Mars’ta Bir Antropolog

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

1933 doğumlu, nöroloji ve psikoloji profesörü Oliver Sacks’ın bütün yapıtlarını yayımlayan YKY şimdi de "Mars’ta Bir Antropolog"u Türk okuruna sunuyor.

Oliver Sacks "Mars’ta Bir Antropolog"da, normal ile patolojik olan arasındaki ayrımı belirleyen ölçütlerin kişinin yaşamı mercek altına alındığında görece nasıl değişkenlik gösterdiğini gözler önüne seren, dudak uçuklatıcı yedi farklı yaşamöyküsünü aktarıyor. 
Kişinin normal dışı davranışlarının kişiye özgü bir yaşamsallık kazanması ve varoluşunu ele geçirmesiyle yakından ilgilenen Oliver Sacks basmakalıp bir nörolog olarak değil yerine göre bir nöro-antropolog kimliğiyle ama asıl beynin işlevlerine, zihnin işleyişine ve bilişsel süreçlere odaklanan meraklı bir doktor kimliğiyle vakalara yaklaşır, normalin çemberinden dışa fırlatılmış bu insanların gerçek öyküsüne kafa yorar: Bilimsel çıkarımlarını, bilimin tıkandığı noktaları, gözlemlerini bir “hastalık raporu” kuruluğunda ya da akademik bir dilin soğukluğuyla değil bilim insanı ciddiyetiyle, yer yer kendisini de hastanın yerine koyarak, okurla bir bilim güncesi sıcaklığında paylaşır. "Mars’ta Bir Antropolog" pek çok roman yazarına parmak ısırtacak türden, edebiyatçıların kıskanarak okuyacakları, gerçeği kurguya değişmeyen bir yaşam kullanma kılavuzu. 

Okur Oliver Sacks’ı kitaplarından olduğu kadar, yazdıklarına ve incelediği vakaların odağında aktardığı gerçek yaşamöykülerine sinemanın yakın ilgisi nedeniyle filmlerden de (izleyici gözüyle) aşina.  Sacks’ın "Uyanışlar" kitabı aynı adla sinemaya uyarlanmış (1990), film özellikle Robert de Niro ve Robin Williams’ın başarılı oyunculuklarıyla sürüklediği senaryosuyla izleyiciyi derinden etkilemişti. "Mars’ta Bir Antropolog"da yer alan öykülerden “Görmek ve Görmemek” (At First Sight, 1999), “Son Hippie” (The Music Never Stopped, 2011) de filme alındı. Ayrıca “Mars’ta Bir Antropolog” denemesinde adı geçen Temple Grandin’in hayatını anlatan, Mick Jackson’ın yönettiği "Temple Grandin" (2010) de beyaz perdeye aktarıldı.

Bu satırları sol elimle yazıyorum ama aslında solak değilim. Bir ay önce sağ omzumdan bir ameliyat geçirdim, şu sıralar sağ elimi kullanmam yasak, zaten istesem de kullanamam. Yavaş ve kargacık burgacık yazıyorum – ama her geçen gün yeni durumuma biraz daha alıştığım da bir gerçek. Her gün yeni şeyler öğreniyorum, uyum sağlıyorum – yalnız yazı yazmayı değil, birçok işi sol elimle yapmaya alıştım: ayrıca askıda duran kolumun yarattığı sorunları telafi etmek için ayak parmaklarımla cisimleri kavrama yeteneğimi geliştirdim. Kolum hareketsiz kaldıktan sonra birkaç gün dengemi sağlamakta güçlük çektim, şimdi biraz farklı yürüyorum, dengemi sağlamak için yeni yollar keşfettim. Sürekli olarak yeni yöntemler geliştiriyor, yeni alışkanlıklar ediniyorum… hatta, en azından davranışlarım açısından, yeni bir kimlik edindiğimi söyleyebilirim. Beynimdeki bazı devrelerde ve programlarda, sinaptik ağırlıklar, bağlantılar ve sinyallerde –beyin görüntüleme yöntemlerimiz henüz bunları saptayacak kadar gelişmiş olmasa da– bazı değişikliklerin meydana geldiğini sanıyorum.
Yeni alışkanlıklarımdan bazılarını bilerek, planlayarak, bazılarını da deneme-yanılma yöntemiyle edindim (ilk hafta sol elimin bütün parmakları sakatlanmıştı). Ne var ki bu yeniliklerin büyük çoğunluğu kendiliğinden, bilinçdışımda, yeniden-programlamalar ve uyum sağlamalarla gelişti; bu süreçler hakkındaki bilgim, normal koşullarda nasıl yürüdüğüme dair bildiklerimden farklı değil. Önümüzdeki ay, her şey yolunda giderse, yeniden bir uyum sağlama sürecine gireceğim, sağ kolumu yeniden kullanmayı öğreneceğim, onu fiziksel görünüşümle bütünleştireceğim ve yeniden eski hünerli, becerikli kişiliğime kavuşacağım.
Ne var ki bu koşullarda iyileşme, sözgelimi dokuların kendini yenilemesi gibi basit ve otomatik bir süreç olmayacak – kaslarda ve bedensel pozisyonlarda değişiklikler meydana gelecek, iyileşmeye giden yolda yepyeni yöntemlerle bazı şeyleri öğrenmem, araştırıp bulmam gerekecek. Cerrahım, aynı ameliyatı kendi de geçirmiş, anlayışlı biri. Bana şunları söyledi: “Bazı genel kurallar, kısıtlamalar ve tavsiyeler var. Ama özel konularda kendi yolunu kendin bulacaksın.” Fizyoterapistim Jay de benzer şeyler anlattı: “Uyum sağlamada her birey farklı bir yol izler. Sinir sistemi kendi yolunu kendisi yaratır. Sen nörologsun – böyle şeylerle çok karşılaşmışsındır.”
Freeman Dyson, doğanın hayal gücünün bizimkinden çok daha zengin olduğunu söylemekten büyük haz alır. Fizik ve biyoloji dünyalarının zenginliğinden, fiziksel biçimlerin ve yaşam biçimlerinin sonsuz çeşitliliğinden dem vurur. Bir hekim olarak ben, doğanın zenginliğini sağlık ve hastalık olgularında, insan organizmasının, bireylerin çevrelerine uyum sağlayarak kendilerini yeniden yapılandırdıkları sonsuz ‘uyum’ biçimlerinde aramak gerektiğine inanıyorum.
Kusurlar, sakatlıklar, hastalıklar, bu anlamda paradoksal bir rol oynar ve onlar olmadan hiçbir şekilde farkında olmayacağımız, hatta hayal bile edemeyeceğimiz gizli güçleri, değişimleri, gelişmeleri, yaşam biçimlerini ortaya çıkarırlar. Hastalığın paradoksu, ya da “yaratıcı” gizil gücü, bu kitabın konusunu oluşturmaktadır.
Hastalıkların ve sakatlıkların gelişimindeki yıkıcı ve tahrip edici unsurlar kişiyi dehşete düşürse de, kimi zaman bunların yaratıcı özelliklerinin olduğu da öne sürülebilir – belirli davranış biçimlerinin yok olmasıyla sinir sistemi yeni yollar ve yöntemler keşfetmek zorunda kalır ve böylece beklenmeyen bir gelişme ve evrim süreci başlar. Hastalığın gelişmesine koşut olarak ilerleyen bu sürece hemen bütün hastalarımda rastladım ve bu çalışmada özellikle hastalığın bu yönünü açıklamaya çalışacağım.
Beyin tümörü, beyin hasarı ve felç gibi konularda, hastaların uzun süreçteki davranışlarını ve yeni yaşamlarına uyum sağlamak için kullandıkları yöntemleri en çok araştıran nörologlardan biri olan A. R. Luria da benzer sonuçlara ulaşmıştır. Luria genç yaşlardan itibaren, hocası L. S. Vygotsky ile birlikte, işitme ve görme engelli çocuklar üstünde çalışmıştır. Vygotsky, bu çocukların kusurlarından çok yaşamı bütünüyle kucaklamalarından söz eder:

Engelli bir çocuk nitelik açısından farklı, kendine özgü bir gelişim gösterir… Kör ya da sağır bir çocuk normal bir çocukla aynı gelişimi gösteriyorsa, engelli çocuk bunu bir başka yolla, başka yöntemle, başka araçlarla yapmıştır. Pedagog açısından önemli olan şey, çocuğa kılavuzluk yapacağı yolun bu özgün niteliğini iyi bilmesidir. Bu özgünlük, engellinin eksilerini artıya dönüştürür.

Luria, bu tür radikal adaptasyonların anlaşılması için beyne yeni bir gözle bakılmasını öneriyor, beynin programlanmış ve statik değil, dinamik ve aktif olduğunu düşünüyordu. Beyin, evrim için tam donanımlı, son derece etkin bir uyarlama sistemiydi ve hiç yorulmaksızın organizmanın ihtiyaçlarına, en önemlisi de, kendini ve dünyayı açık seçik bir biçimde görme ve yapılandırma ihtiyacına cevap veriyordu. Beyindeki farklılaşmaların önemsiz denecek kadar küçük olduğu aşikârdır: beyinde (renk ve hareketin algılanmasından, belki de, kişinin entelektüel oluşumuna kadar) algılama ve davranışı yönlendiren yüzlerce minik bölge mevcuttur. Bunların işbirliği sonucunda benlik adı verilen bir bileşkenin ortaya çıkması, bir mucizedir.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.