Yeter ki Kararmasın...

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Onat Kutlar, 1982-84 yıllarında yazdığı bir dizi mektup-denemede dönemin duyarlığını bir ozan edasıyla yansıtmıştı. Dostlukların, acıların, umutların, dahası özgürlüğün ve tutsaklığın usta işi bir biçimde dile geldiği yazılar Yeter ki Kararmasın... adıyla kitaplaştığında Memet Fuat, Ferit Edgü, Erdal Öz, Işıl Özgentürk ayakta alkışlamışlardı.
Şiirin, romanın, resmin, müziğin ve elbette sinemanın bileşiminden çıkan kıvılcımlarla tutuşmuş bu mektupların, yazılışlarından otuz yıl sonra da kimi karanlıklara kibrit çakması niçin yadırgansın ki?
Nasıl bir alacakaranlık... Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans’ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz.

1982 Yazı
15 Haziran ’82

Kötü bir mektup yazarıyım, bilirsin. Seninle birlikte Paris’teyken altı ayda bir anamdan telaşlı telgraflar gelirdi: “Sağlığını telle...” diye. Üstelik şimdi sana mektup iletmek de kolay değil. Avukat falan. Bu yüzden “ben de kendime güvenli bir yol seçtim...” Zaten nasıl olsa edebiyattan söz açacağım. Edebiyat da günümüzde herhangi bir sakınca taşımıyor. Bilmem dergileri görebiliyor musun? Ben, bir okur olarak biraz şaşırıyorum. Kim kimden ne yürütmüş, kim niçin falanca yazar-ozan’ın adını anmamış, Kerime Nadir estetiğinin temel sorunları nelermiş gibi tartışma konuları pek moda. Bu tartışmalara bir ucundan katılıp okurken yazar olmak işten bile değil.

Boğaz’ın kuytu bir ucunda, senin deyiminle “Şile”de oturuyor olmasam, etrafta bu kadar çok erguvan olmasa, sabahları bunca bülbül ve karganın sesi birbirine karışmasa belki başarabilirdim de. İlerdeki söyleşilerde belki denerim. Gelgelelim günlerdir düşlerimin tarlasını hallaç pamuğu gibi atan karabasanlar durmaksızın garip yüzler çıkarıyor karşıma. Haliç’in çevresi kirlenmiş sularından Altan’ın yüzü ya da “denize girmek yasaktır” levhaları ile donatılmış, kaldırımları bir beyaz, bir siyah boyanmış Boğaz’ın kıyılarından bizim Kuzgun... Erguvanlar ve kuzguni kargalar yüzündendir, başka ne olacak, gül gibi geçinip gidiyoruz işte demeye de dilim varmıyor. Ben de oturup, Boğaz’ın kadim dragon’u olduğu halde şimdilerde Dragos’ta mekân tutan Can’ın, bu yıl üst üste yayınlanmış ama modaya uygun olmadığı için kimsenin sözünü etmediği iki kitabını okumaya durdum. Bu şiirler pek edepli olmasa da Akal ve Zeynep ve arkadaşları hoşgörülüdürler, ilgilenirler diye düşündüm. Yazının tarzının da Can’ın şiirleri ile “asorti” –böyle mi denir?– olmasına dikkat ettim.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.