Varuna’nın Bin Gözü

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Tek doğru, tek kural, tek buyruk”un şekillendirdiği hayatlar üzerine...

Oldukça suskun bir yazardan, Melih Ergen’den yeni bir kitap: “Varuna’nın Bin Gözü”...

Kaybolanları, arayanları, ölenleri, ölmeye teslim olanları, kaçanları, hayal kırgınlarını anlatan kısa ama yoğun bir roman. Birbirlerinin rüyalarında dolaşmaya cesaret edenle  re tutulan göz alıcı bir ayna... Ne de olsa, ancak karanlıkta ışır hakikat...

... gece

“Okunsun diye yazılan her şey anlamsızdır.”
Maurice Blanchot

Bütün gece kaloriferin genleşen borularından gelen sesleri dinlemişti yatakta, dışarıda hızla esen rüzgârın sesini... Bahçesindeki ağaçların sağa sola savrulan dallarının uğultusunu, tutamacından kurtulmuş bir kepengin çarpıp durmasını duvara, gece havlamalarını köpeklerin uzaklarda, sonunda kışkırtıcı bir dille çağırmasını beklemişti yatağın; gerisi rüya: Gündüz olmasına rağmen karanlığın çöktüğü bir kentin ıssız sokaklarında bir başına dolaşırken gördükleriyse tersinden baktığını sandığı bir dürbünden ötürü böyleydi; rüyadan ötürü yani. Koruma altındaki eski kilise, deprem sonrası boşaltılan apartman, çürük yumurta kokan sebze hali, kentin orta yerindeki katlı havuz, gördüğü ne varsa hepsi de üst üste binerek birbirine karışmıştı. Sonra da, sanki ürkünç bir masaldan çıkagelmiş bir gökdelen... Pek iç açıcı bir rüya değildi sonuçta.

Sokağın başındaki eski bir apartmanın kapısını itip içeri girmişti rüyasında, yukarı çıkıp dokuz numaralı dairenin kapısını çalmıştı, kapıyı açan çocuğa üç el ateş edince o anda durmuştu zaman ve ne o “miş”li ne “di”li geçmiş zamanlar artık, tek bir ânın içinde inmişti merdivenlerden. Karanlığın ıssızlaştırdığı arka sokaklardan, geceleri de caddelerde hâlâ cerbezeyle ışıldayan vitrin önlerinden, arkasından laf atan yaşlı fahişelerin yanından, canhıraş sirenler çalarak peşinden gelen polis arabalarının arasından geçip giderken elleri ceplerinde, tabancanın namlusuysa sıcaktı hâlâ!

Yalnızca bir rüyaydı tabii; ama sonra yaka paça götürdükleri izbelikte adın-soyadın-kimsin diye hızla konuşmuşlardı kendisiyle, (gördüğün gibi her soru bir ötekisine çizgiyle bitişik; ranzası helaya) tek kişilik hücrede geceyi zor edip işe yetişmişti o sabah, o kayıt bu evrak derken zaman hızla geçmiş, –belki de sigorta poliçelerinden biriydi o sırada boğuştuğu,– temizlediği şövale ya da spirali sökülen kaynak torcu, yoksa kanlı bir bisturi miydi elindeki, hayır, tahsisat-taahhüt-hak ediş diye yükselen inşaatlarla fistosu-biyesi-teyeli derken nice defileler geçip gitmiş, zaman hep böyle hızla geçtiğinden insanlar donup kalmıştı sokaklarda, ağaçlar-kuşlar-bulutlar, cayırtıyla fren yapan otobüsler duraklarda, gemiler-trenler-uçaklar, uzayan kışın açlıktan öldürdüğü çulluklar ile mercan kayalıklarındaki yosunlar, bir de öldürdüğü çocuğun gözleriyle gece, ama gece sinsi bir yılan gibi sokulup dolaşınca evin içinde, bu sesler duyulmaz olmuştu artık, bir tek çatı katından gelen sesler, derken bu sesleri bastıran bir kız ama televizyonda, politik yorumlarsa öteki kanalda, ekranın ardında kalan görüntülerse anlam ötesi olduğundan yakıcı, anlatılır ama yazılamazdı şimdi: “Tısss...”

Yaşananlarsa gelip geçen günlerin bezdirici tekrarıydı yalnızca: Bir zamanlar özene bezene işlenmiş olsa da bir köşede unutulup kalmış o göz nuru telkâriler, yeni bir hayat umut edilerek bir an önce çatılarının kapanması beklenen evler, ama çatıları kapanınca da beklenmeyen bir anda çıkıp gelen ölümler, bundan böyle yalnızca kederin dolaştığı bu evlerin cumbalarındaysa geçmişi anarak okunan o eski romanlar, tabii bu romanları okurken de dönüp kendimize sorduklarımız, yas-öfke-ret-kabullenme derken bunlardan hangisiydi acaba?

Fırlatıp denize atmıştı tabancayı; boyaları döküldüğünden şimdilerde ayrı ayrı renklere boyanmış, ikizce birbirine yapışık, silindirik otuz altı deposu olup bu yüzden yanındaki vinçlerinin çalışkan; sevkıyat fişi, hamule miktarı, konşimento peşinde koşuşturan işçilerinin yorgun; terebentin kokusunun duvarlarına sindiği ofislerinde teminat, taahhütname, garanti evrakı hazırlamaktan bunalmış memurlarının bezgin; bitmedi: Halatlarının gergin, sintineyle yük gösteren kano rakamlarının batık, admiralto çapalarının derinlerde, pruvası-grandisiyle direkleri iç içe geçmiş onlarca yük gemisinin bağlandığı limanda. Tabanca bir kez dönmüştü etrafında, iliğine kadar ıslanıp öyle batmıştı suya, ardında kabar kabar kabarcıklar...

Limansa nemini sigara dumanı niyetine üflüyordu o sabah, yatıştırıp sakinleştirse bile sonrasında yalnız kılan... Gökyüzünü kaplayan antenlerin, kabloların arasından yükselen bir başka dumana karışıyordu bu nem, gezgin bir sis gibi şamandıraları, yük gemilerini, balıkçı teknelerini geçerek yeniden limana iniyor, gemilerin anelelerinden geçerek bir lombozun camına yapışıp kalıyor, – camdaysa denize doğru peş peşe süzülen su damlacıkları şimdi: Onlarsa birbirlerinin izini sürerek denize süzülüyorlardı ama hep bir yenisi derken, görünmüyordu kamaraların içleri artık, belli belirsiz görünenlerse silik, bulanık, baktığında anlaşılmayacağından, düşlenirse kavranabilirdi ancak. Dolaştığı caddelerle sokaklar verevine görünüyordu çünkü yollar parçalanmıştı; insanların yüzleri asıktı çünkü içleri parçalanmıştı; okuduğun bu cümleler anlaşılamazdı çünkü anlam parçalanmıştı ve şimdi anlaşılmaz olan bu cümlelerin arasından göğe doğru yükselen gökdelen, neredeyse yazgılarını bile çatarken bu insanların, bir yandan gölgesi de kentin arka sokaklarını bile kapladığı için, bu yüzden insanlar kendileri olamayıp hep bir başkası kılığında dolaştığından sokaklarda, –bitmedi henüz– her yanı bir anda kaplayan bu arsız gölge bir karabasan gibi çöktüğü için kentin üstüne, kent de çıldırıyor.. çıldıracak.. çıldırmıştı sonunda! Çünkü üstü görünmez bir tülle kaplı gibi olan bu kentin caddelerindeki bir dizi evlerin-lokantaların-mağazaların, arka sokaklarındaki bakkal-manav-berber-tuhafiyeci-ayakkabı tamircisi derken, gölgesi buralardaki insanların da üstüne çökerek tülü yırtarcasına göğe doğru yükselen gökdelen, tek ve mutlak aklı olmuştu bu kentin: Tek doğru, tek kural, tek buyruk; bir başka türlüsü düşünülemez, tersi olanaksız! Bundan böyle evlerin içinde bile çınlayıp durulan bir ses, üç kez bölüyordu artık zamanı; dört değil üç kez boşalıyordu sokaklar ve üç zamana sığıyordu insan hayatı, gerideyse hep o granit kayalar...

Öyle ya, dünya sularla kayalardan oluşurdu ve galaksimizin dokuzuncu gezegeniydi aslında, yerkabuğunun kalınlığı yetmiş kilometreye ulaşsa bile kimse ilgilenmezdi bununla ve diplerde kaynayan magmanın çalkaladığı Pangea adlı dev kaya iki.. yüz.. milyon.. yıl, evet, ikiyüzmilyonyıl öncesinden gelmekte olup Pangea parçalandıktan sonra oluşan anakaralardaki fosil kalıntıları göstermişti ki; yerkürenin yüzeyinde süregelen hareketlere ek olarak su, rüzgâr ve buz bir olup birlikte değiştirmişlerdi bu hayatı. Ardından bu gökdelenden gelen ses tabii: Babil Kulesi’nden esinlenerek inşa edilmişti çünkü bu gökdelen; temeli üç metrelik radyalle denize atılmış, birbiri ardına hızla eklenen katları tırmanır kalıplarla yükseltilmiş; mimarı, mühendisi, firması derken ihale bedelini gösteren tabelası paravanın önünde silinip kalmış; sondaj kuyusunda ölenlerin adlarıysa şantiye şefinin düzenlediği bir törenle duvara asılmıştı. Şefin odasında, oturduğu masanın hemen arkasında, odaya girdiğinde masadan ve şeften önce gördüğün duvarda asılı plaketin üzerinde okuduğun adlar ve tarihler, soyadları ve tarihler, adlar ve tarihler derken yap-işlet, yap-işlet, gece gündüz durmaksızın ya-pı-lın-ca... sanıldığından kısa zamanda bitmişti bu inşaat!

Ancak savaş bile bu denli korkutucu olmazdı herhalde; çünkü aldığı canlar kadar vereceği haklara da yaslanarak göğe doğru yükseldikçe böbürlenip esnemiş, tanrının göğünde kendini bir tanrı kılıp gölgesiyle bile hükmeder olmuştu kente. Bu yüzden, şimdi yalnızca kentin üç yakasını kuşatan dağlar ya da tepelerden değil, kirli bir göl gibi ortada kalakalmış körfezin iki yanından; (izleyelim bakalım:) sahili kaplayan taş evler yerine dikilen, ama sonra yeniden eskiyip köhneleşen tek tip apartmanların arasından; (gözleyelim bakalım:) eski günler böyle miydi diyerek kahvehanelerde nargile fokurdatan ihtiyarların oturdukları sandalyelerin arasından; (bakalım bakalım:) teknelerinde sardalye eşliğinde rakı içerlerken gelip geçen kızların bacaklarına derinden bir ah çeken balıkçıların yaslandıkları vardavelaların arasından; (görelim bakalım:) az daha eğilirsen yerde tıpır tıpır yürüyüp giden karıncanın gözlerindeki prizmaların arasından; (şimdi anlayalım bakalım): yani yalnızca yükseklerden bakınca değil, neredeyse yerin altından bile görünür olmuştu bu gökdelen! Tabii sokak çocuklarıyla evsizlerin, yaşlanmış fahişelerle aylakların sığındıkları kovuklarla izbelikler hariç!

Çağın bu yeni tanrısı, yalnız kendisine inananları koruyan bir dünya yaratmıştı kendine; çalışanların sevilip kollandığı, aylaklarınsa bağışlanmadığı bir inanç... Yerin-göğün-ateşin; aşkın-ölümün-bereketin; iyilikle güzelliğin ve bir de şiirin tanrısı çoktan ölmüştü belki ama dünyaya evrenden, yetmez bir öteki evrenden, yine yetmez, ardı hiç bilinmeyen tepelerden bakan yorgun tanrının yetmezliği evrene ya da tek kalışı koca evrende, böylece tek bir inanç çevresinde yeni bir tanrı var etmişti kendine: Asya’da, Uzakdoğu’da, Afrika’da, el değmemiş ormanların, çöllerin, kayaların üstünde adları bir sayıları çok otellerle iş hanları, bankalarla kültür sarayları, eğlence ve alışveriş siteleri, ayrıca bunları koruma adına emniyet sarayları, adliye, bakanlık, parti merkezleri, sonra da kiliselerle camiler ve neredeyse elektrik-su-telefon derken postanelerle mezbahalar bile birer tanrı olup dört yana saçılmış, tek bir zihnin olduğu yerde birleşerek tek bir erk olarak çıkmışlardı ortaya: Büyük olan güçlüdür, bundan böyle tek tanrı “güç”tür: “Dan, dan, dan...”

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.