Tetikçiyi Beklerken-Seçme Yazılar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Bu derleme Şavkar Altınel’in yıllar içinde çeşitli yayın organlarında yayımlanıp kitaplaşmadan kalmış yazılarından bir bölümünü bir araya getiriyor. Okumakta ne bulduğumuzdan Mississippi’nin Amerikan kültüründeki yerine, İstanbul’u anlatan yabancı yazarlardan ölmeye hazırlanan örümceklere, Philip Larkin’in son günlerinden Hergé’nin “Tenten Tibet”te ile ulaştığı doruğa uzanan büyüleyici yolculukta, Altınel’in hayata ve edebiyata bakışı her zamankinden duru ve net bir şekilde sergileniyor.

Günümüzün en ilgi çeken yazarlarından birinin kendine özgü dünyasına girmek için az rastlanır bir fırsat.

Amansız bir hastalıkla boğuşarak geçen kısacık hayatında iki desteği Katolikliği ve sanatı olan Flannery O’Connor’ın en güzel hikâyelerinden birinde güneyli bir genç, yazar olmak için gittiği New York’ta başarısız olup geri döner. Artık annesinin çiftliğinde her türlü kurala karşı gelen bir “asi” olarak yaşamaktan başka yapa­bileceği bir şey kalmamış gibidir. Bir süre sonra, tanı konulamayan bir hastalığa yakalanınca hiç olmazsa trajik bir şekilde ölebileceği umuduna kapılır. Aklına New York’ta tanıştığı kültürlü, ince, zevk sahibi bir Cizvit gelince de hem çevresindekilere kendi yerinin de bu tür insanlar arasında olduğunu göstermek, hem de Protestan annesini biraz daha üzmek için ölmeden Katolik olmak istediği­ni bildirir. Ne yazık ki bu amaçla bulunup getirilen rahip, New Yorklu Cizvit’e hiç benzemeyen bağnaz cahilin biridir. Genç adamı bekleyen kötü sürprizler bununla da kalmaz: Hikâye daha önce görülmemiş ölümcül bir hastalığının olmadığının, çiftlikteki bütün kurallar gibi sağılan sütlerin pastörize edilene kadar içilmemesiyle ilgili kuralı da çiğnediği için ineklerden geçen tedavisiz ama sıradan bir hastalığa yakalandığının ortaya çıkmasıyla sona erer.

Her şey işte bu kadardır. Hayat, başarısızlıklarımızın yalnızca başarısızlık, acılarımızın da yalnızca acı olduğu, hayvanlarla pay­laştığımız bir hastalıktan başka bir şey değildir. Yaşadıklarımız hiçbir zaman istediğimiz kadar çarpıcı, derin, görkemli olmaya­caktır. Tanrının iradesine boyun eğip bize verdiklerini olduğu gibi kabullenmek dışında bir çaremiz yoktur.

O’Connor’ın önerdiği tevekkülü hepimizin gösterebileceğini sanmıyorum. Dahası, yazarın kendisinin de gösterememiş olduğu bence yazmaya devam etmesinden belli. Edebiyat bir yanıyla da hayatlarımızın “süslenip” gerçekte olduklarından daha önemli ve ilginçmiş gibi gösterilmesidir. Başka nedenlerle birlikte biraz da bunun için yazar ve masal dinleyerek avunmak isteyen çocuk­lar gibi her şeyden önce bunun için okuruz. Okumak hakkında yazılmış belki de en unutulmaz kitabın, şövalye romanları oku­ya okuya çıldıran La Mancha’lı o iyi yürekli soyluyu konu alan Don Quijote olması da bu gerçeği fark etmemizi sağlamasından kaynaklanır.

Don Quijote’nin çıldırdığını gösteren nedir? Kendisini kötülük­lere ve haksızlıklara karşı savaşmak için yollara düşmüş bir adalet arayıcısı, altındaki sıska beygiri efsanevi bir küheylan, özelliksiz bir köylü kızını da büyük bir aşkla bağlı olduğu büyüleyici bir kadın sanması ya da kısacası, bir roman kahramanının renkli ve romantik hayatını yaşadığı yanılsaması içinde olması. Evet ama Don Quijote zaten gerçekten de bir roman kahramanı değil midir? Bir şövalye romanı yerine, Cervantes’in yazdığı romanda olması bir şey değiştirir mi? Değiştirmesi gerekir belki ama tam da öyle olmaz çünkü yazar bir yandan alaya aldığı kahramanını bir yan­dan da insanlığın hiç gerçekleşmeyen “güzel ve adil bir dünyada yaşamak” düşünün merkezine yerleştirir. Bu düşü sırtlanmasının Don Quijote’yi bütün gülünçlüğüne rağmen yüceltip bir unvanla birkaç yüz dönüm toprağa sahip olmasından çok daha önemli bir anlamda “soylu” kıldığını duymadan edemeyiz.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.