- A-Z
- KONU DİZİNİ
- Cogito
- Çizgi Roman
- Delta
- Doğan Kardeş
- Ansiklopedi
- Bilim
- Çocuk Çizgi Roman
- Deneme
- Destan
- Dünya Klasikleri
- Efsane
- Eğitim
- Etkinlik
- Gençlik
- Gezi
- Hikâye-Öykü
- İlkgençlik
- Klasik Dünya Masalları
- Masal
- Mitoloji
- Modern Dünya Klasikleri
- Okul Çağı
- Okul Öncesi
- Oyun
- Resimli Öykü
- Resimli Roman
- Resimli ve Sesli
- Roman
- Romandan Seçmeler
- Röportaj
- Seçme Denemeler
- Seçme Öyküler
- Seçme Parçalar
- Seçme Röportajlar
- Seçme Şiirler
- Seçme Yazılar
- Şiir
- Edebiyat
- Anı
- Anlatı
- Biyografi
- Deneme
- Derleme
- Eleştiri
- Gezi
- Günce
- İnceleme
- Libretto
- Mektup
- Mitoloji
- Modern Klasikler
- Otobiyografi
- Oyun
- Öykü
- Polisiye-Gerilim
- Roman
- Senaryo
- Söyleşi
- Yaşantı
- Yazılar
- Genel Kültür
- Halk Edebiyatı
- Masal
- Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar
- Koleksiyon Kitapları
- Lezzet Kitapları
- Özel Dizi
- Sanat
- Kare Sanat
- Sergi Kitapları
- Şiir
- Türk Şiir
- Tarih
- XXI. Yüzyıl Kitapları
- Sosyoloji - Sağlık
- TEKRAR BASIMLAR
- YENİ ÇIKANLAR
- ÇOK SATANLAR
Sarsıntı
-
Özgün Adı:
Verstörung -
Kategori:
Edebiyat / Modern Klasikler -
Yazar:
Thomas Bernhard -
Çeviren:
Esen Tezel -
ISBN:
978-975-08-4147-7 -
Sayfa Sayısı:
176 -
Ölçü:
13.5 x 21 cm -
YKY'de İlk Baskı Tarihi:
Ocak 2018 -
Tekrar Baskı Sayısı / Tarihi:
7. Baskı / Ocak 2024
Thomas Bernhard külliyatı içinde özel bir yeri olan, yazarın erken dönem eserlerinden SARSINTI, heterojen sayılabilecek iki farklı tonda anlatıyı birleştiren, insan doğasına ilişkin karanlık, kuraldışı bir roman.
Romanın ilk bölümünde; nemrut, dağlık bir Avusturya kasabasında, bir sabah bir doktor ile oğlu günlük gezintilerinden birine çıkarlar. Rastladıkları sefalet, delilik ve çetin doğanın vahşiliği ile boğuşan birtakım renkli şahsiyetleri gözlemlerler. İkinci bölümdeyse farklı özgül ağırlıklara sahip meseleleri kendi bakış açısıyla öğüten, delibozuk, paranoyak Prens’in acımasızca akıp giden uzun monoloğuna tanık oluruz.
“Sarsıntı” varoluşun gizemine, insanın cinnet eşliğinde yürüyen, sağaltılamaz yaban yalnızlığına ilişkin delice hakikatlerle örülmüş bir söz ustalığı.
Bernhard'ın kahramanları ne kadar kaçmaya çalışırlarsa çalışsınlar dış dünyaya fazlaca açıktırlar; zihinlerinin içine çekileceklerine dış dünyanın anarşisini kucaklarlar (…) hastalığa, yenilgiye, haksızlığa teslim olmazlar, sonuna kadar çılgın bir öfke ve hırsla mücadele ederler. Sonunda yenilmişlerse eğer bizim okuduğumuz onların yenilgisi ve teslimiyeti değil hırslı kavgaları ve mücadeleleridir. - Orhan Pamuk
“Bu sarsıntılardan sadece ben etkilenmiyorum,” dedi, “herkes bu sarsıntılardan etkileniyor. Biz aslında, büyük olduğunu sanmayın, dar bir binada hep beraber yaşıyoruz ve birbirimizden yüzbinlerce kilometre uzağız...”
Ayın 26’sında, sabaha karşı saat ikide babam Salla’daki bir öğretmene gitti, son nefesini verirken bulduğu adam öldükten sonra da hemen tekrar Hüllberg’e doğru yola çıktı; orada, ilkbaharda kaynar su dolu bir domuz havuzuna düşen ama şimdi, hastaneden taburcu edilmesinin ardından haftalardır evde, anne babasının yanında olan bir çocuğu muayene edecekti.
Bu çocuğa gitmekten hoşlanıyor, onu ziyaret etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Çocuğun anne babası sıradan insanlardı; baba Köflach’ta maden işçisiydi, anneyse Voitsberg’de bir kasabın evinde hizmetçilik yapıyordu ama çocuk bütün gün yalnız değildi, annenin kız kardeşlerinden biri ona göz kulak oluyordu. Babam o gün ilk kez çocuğu daha önce hiç yapmadığı kadar ayrıntılı tasvir etti ve çok az ömrü kalmış olmasından korktuğunu belirtti. Kışı çıkaramayacağını kesin olarak söyleyebilirmiş ve artık onu elinden geldiğince sık ziyaret edecekmiş. Ondan, sevdiği birinden bahseder gibi, son derece sakin bir tonda ve kelimeleri düşünmek zorunda kalmadan bahsetmesi dikkatimi çekti; çocuğa duyduğu doğal yakınlıkla, onun büyüdüğü ve anne babası tarafından yetiştirilmekten ziyade himaye edildiği ortamı anlatıyor, anne babaya ve onların çocukla ilişkilerine dair varsayımlarının altını tarif ettiği kişilerin yaşadıkları çevreye ilişkin bilgisiyle doldurarak açıklıyordu. Bunu yaparken odasında bir aşağı bir yukarı yürüyor, tekrar uzanıp yatmak için en ufak bir ihtiyaç duymuyordu. Şu anda, nispeten büyük ve ayrıca “zor” bir bölgenin tek doktoruydu; öteki, Graz Üniversitesi’nden aldığı teklifi kabul ederek eyaletin başkentine taşınmıştı. Babamın söylediğine göre, yeni bir doktor gelme ihtimali düşükmüş. Burada muayenehane açmak delilik sayılırmış. Fakat kendisi, şiddete olduğu kadar kaçıklığa da meyilli, iyiden iyiye hasta bir ahalinin kurbanı olmaya alışıkmış. Hafta sonu evde olmam onu rahatlatıyor, buna gittikçe daha fazla ihtiyaç duyuyormuş. Yorgun bir hali vardı. Fakat panjurları açmamla birlikte Ache Nehri gözlerimizi kamaştırınca, yürüyüşe çıkacağını söyledi. “Sen de gel,” dedi, “hadi”. Ben giyinirken bir “doğa fenomeninden”, şu anda, eylül sonu çiçek açan ve kasabanın dışında, Ache kıyısında keşfettiği bir kestane ağacından söz etti. Bu vesileyle artık nihayet benimle konuşmak istiyormuş, muhtemelen Leoben’deki çalışmalarımla, madencilik eğitimimle ilgili bir konudur diye düşündüm. Şu anda, kendisi gün boyu sürecek hasta ziyaretlerine gitmeden önce, bunun için vakit varmış. “Biliyor musun,” dedi, “çoğu zaman bütün bunlar bana o kadar fazla geliyor ki...”
Kız kardeşimi uyandırmak istemedik ve olabildiğince sessiz bir biçimde, mantolarımızın asılı olduğu antreye indik. Fakat tam giyinmiş, evden çıkmak üzereyken zil çaldı; kapıda tanımadığım bir adam vardı, anlaşıldı ki Gradenberg’li bir meyhaneciydi ve babamdan hemen kendisiyle gelmesini istiyordu.
Böylece, Ache kıyısına gidip sohbet edeceğimize meyhanecinin kamyonetiyle Gradenberg’e gittik; çiçek açan kestane ağacının bahsi tamamen kapanmıştı, onun yerine meyhanecinin karısının son derece asap bozucu hikâyesini dinledik.
Kocasının anlattıklarına bakılırsa kadın sabaha karşı saat ikiye kadar maden işçilerine servis yapmakla meşgulmüş, adamlar iki düşman grup halinde karşılıklı oturarak saatlerdir içiyorlarmış ki birden işçilerden biri ortada hiçbir sebep yokken kadının kafasına vurmuş ve kadın o anda bayılarak işçilerin önünde yere yığılıvermiş. Dehşete kapılan işçiler onu derhal meyhanenin birinci katındaki yatak odasına taşımışlar; ki bu esnada kadının kafası birçok kez merdivenin tırabzanına çarpmış. Kadını yatağına yatırmış ve onlar yatak odasının kapısını itince uyanıp apar topar kalkarak olup biteni bir anda ayılan işçilerden öğrenen kocasına, kaçıp gitmiş olsa da hepsinin tanıdığı saldırgan Größl’ı hemen o gece jandarmaya ihbar etmesi konusunda üstelemişler. Meyhanecinin söylediğine göre, görev başındakiler dahil bütün jandarmalar uykudaymış ama o jandarma binasının camına taş atarak nihayet sesini duyurmayı ve içeri alınmayı başarmış. Jandarmalar ilk başta, zabıt için ifade vermek üzere sabah tekrar gelmesini söylemişler ama o, hemen zabıt tutulması konusunda ısrar ederek en azından bir jandarmanın kendisiyle meyhaneye gelmesini istemiş; bilinci kapanan karısı orada yatıyor ve gördüğü kadarıyla derhal ifade vermeye hazır maden işçileri orada bekliyorlarmış. Fakat jandarmalardan ikisiyle meyhaneye dönmesi çok vakit almış; dolayısıyla jandarmalar onunla birlikte yatak odasına girdiklerinde maden işçilerinden biri hariç hiçbiri orada değilmiş. Meyhaneci, kafasında en korkunç şüphe ve varsayımlarla, bütün bu süre boyunca karısıyla beraber olan maden işçisi Kolig’in yanında dikilirken aslında karısını bir an bile yalnız bırakmaması gerektiğini düşünmüş; düzensiz meyhane ziyaretlerinin ötesinde tanımadığı bu adam güvenilirlik babında ahaliden sayılmazmış ve ayrıca bölgede konuşulandan nahoş şekilde farklı bir Steiermark şivesiyle konuşuyormuş.