Puşkin Evi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Andrey Bitov, çağdaş Rus edebiyatının dönüm noktalarından biri olan “Puşkin Evi” romanında, klasik Rus edebiyatının temel eserlerinden yola çıkarak “Puşkin’in yarattığı Rus edebiyatı nedir?” fikrinin özünü sorguluyor. Rusya’da postmodern romanın ilk örneği olarak bilinen “Puşkin Evi”, yıllarca ülkesinde yasaklıydı.

Genç filolog Leva Odoyevtsev’in, Puşkin Evi adıyla anılan Rus Edebiyat Enstitüsü’nde görevli olarak nöbete kaldığı bir Ekim Devrimi kutlaması gününü merkeze alan roman, onun yaşamöyküsüyle birlikte polisiye bir 20. Yüzyıl Rusya Tarihi gibi gelişir. Votka, düello, tütün ve edebiyattan aşka, bürokrasiden antisemitizme dek bolca entelektüel tartışma...

 “Puşkin Evi parlak, dizginsiz, cesur bir roman... Leningrad denen şehri canlı ve simge yüklü bir varlığa dönüştürüyor ve yaşanan olayları başdöndürücü metaforlarla yerle bir ediyor... Neresinden bakarsanız bakın; küçük sürprizler kristal gibi çoğalıyor.” John Updike, New Yorker

“Ateşli bir zekânın ürünü... Bu eser en çok Dostoyevski’yi getiriyor akla.” New York Times Book Review

“Bitov’un sıradan sebep sonuç fikirlerine yaklaşımlarla ilgili betimlemeleri genellikle çarpıcı, bize Andrey Belıy, Nabokov ve Yuri Oleşa’yı hatırlatan imgeler kuruyor... Puşkin Evi sık sık Sterne’ün Tristam Shandy’sini getiriyor akla...” Nation

“Bitov’un romanı anlatım ve deneyimler açısından Pasternak’ın romanı kadar zengin ve yüksek bir sanatsal başarı.” Washington Post

Romanın sonlarına doğru bir yerde, 7 Kasım günü sokaklara çıkmış kalabalıklara dikkatle, gözlerini kırpmadan bakan o temiz pencereyi, o buz tutmuş göksel bakışı tasvir etmeyi denedik... Ancak o zaman bu berraklık boşuna değilmiş, sanki özel uçaklar tarafından ihtiyaç duyulan bir şey değilmiş ve hatta yakında bedelini ödemek gerekeceği için boşuna değilmiş gibi geldi.

Gerçekten de 8 Kasım 196... sabahı bu tür önsezileri fazlasıyla doğruladı. Ölü şehrin üstü tertemizdi ve eski Petersburg binalarının ağır dilleriyle biçimsizce titreşiyordu, sanki bu binalar şafakla birlikte ağaran duru mürekkeplerle tasvir edilmişlerdi. Ve sabah bir zamanlar Petro’nun “kibirli komşuya nisbet olsun diye” göndermiş olduğu bu mektubu imzalarken, artık kimseye gönderilmeyen ve kimseyi bir şeyle tehdit etmeyen, bir şey talep etmeyen şehre rüzgâr düştü. Sanki düzgün bir eğriden yuvarlanıp aniden hızlanarak rahatça yerle temas etmiş gibi düz ve tepeden düştü. Uçup gitmiş bir uçak gibi düştü... Sanki uçak şişti, patladı, dün uçarken bütün kuşları yutmuştu, diğer bütün bombardıman uçaklarıyla beslenmişti ve metale ve göğün rengine doymuş bir halde yere çarptı, yine burnunu düzeltip oturmaya çalışırken temas sırasında yerle bir oldu. Şehre uçak rengi düz bir rüzgâr yayıldı. Çocukluktan kalma bir sözcük, “Gastello” – rüzgârın adı buydu.

Şehrin caddesine, havaalanına iner gibi indi, çarpışma sırasında, Vasilyevski Adası kavşağında bir yerde sıçradı hatta, ve ıslak binaların arasında, bir önceki günün gösteri yürüyüşündeymiş gibi güçlü ve gürültüsüzce sürüklendi. Böylece insansızlığı ve ıssızlığı sınayıp gösteri meydanına geçti ve uçarken sığ ve geniş bir su birikintisine girerek önceki günün tribününün yapay duvarına çarptı ve çıkan sesten hoşnut olarak Devrim Geçidi’ne uçtu ve tekrar geniş ve yuvarlak bir şekilde havalanıp yukarılara, daha yukarılara doğru süzüldü... Eğer bu bir film olsaydı, Avrupa’nın en büyüklerinden biri olan boş meydanda dün bir çocuğun kaybettiği “lastikli top” da onu takip ederdi ve iyice ıslana ıslana dağılırdı, hayatın ters yüzünü sergiler gibi parçalanırdı: hayatın talaştan ibaret gizli ve acıklı yapısını sergiler gibi... Ama rüzgâr kendini topladı, yükseldi ve gösteriş yaparak şehrin tepesinde bir yerde yeniden şehre, kavşakta bir yere doğru döndü, yani bir Nesterov düğümü çizerek uçtu... Böyle ütüledi şehri, peşinden de su birikintilerinin üzerine şiddetli bir ani yağmur hücum etti – bütün o ünlü bulvarlara ve kıyılara, karşıdan gelen ters akıntılara ve üzerine serpilmiş köprülerle Neva’nın pörsümüş lapasına indi yağmur; sonra onun ölü tekne ve sandallarından birini alıp kıyı kıyı nasıl gezdirdiğini görüyoruz... Sal dağılmaya başlayan yığınlara çarptı, ıslak tahtaları parçaladı durdu; hemen karşısında da bizi ilgilendiren bina eskiden, küçük bir saray, bugünse bir bilim kurumu olan yer; o binanın üçüncü katında açık ve kırık bir pencere vardı, oradan kolayca uçup giriyordu yağmur da rüzgâr da...

Büyük salona daldı rüzgâr ve dört bir yana saçılmış elyazısı ve daktilo yazılarla dolu sayfaları yerlerde sürükledi – birkaç sayfa pencerenin kıyısındaki su birikintisine düştü... Bu müze, sergi salonunun (duvarlara asılmış camlı fotoğraflara ve metinlere ve üstleri açık duran kitaplarla kaplı cam masalara bakılırsa öyle olmalıydı burası), toplam manzarası, anlaşılmaz bir yıkım tablosu halini aldı. Masalar olması gereken geometrilerinden, doğru yerlerinden çıkarılmıştı ve orada burada, rastgele duruyordu, hatta biri ayakları yukarıda ters dönmüştü, kırılan camı paramparçaydı; bir dolap yüzüstü yatıyordu, kapıları açıktı, yanında da, dağılmış sayfaların üzerinde, sol kolu cansız bir şekilde altına kıvrılmış bir adam yatıyordu. Bir ceset.

Görünüşe göre otuz yaşlarındaydı, tabii buna “görünüş” denebilirse, çünkü görünüşü korkunçtu. Taşın altından çıkmış bir varlık gibi bembeyazdı – beyaz ot gibi... karman çorman ak saçları ve şakakları kan içindeydi, ağzının kıyısından köpük sızmıştı. Sağ elinde eski bir tabanca tutuyordu, artık sadece müzelerde görülebilen bir şey... bir diğer tabanca, iki namlulu, bir horozu indirilmiş, diğeri kaldırılmış bir tabanca da biraz uzakta, iki metre ötede duruyordu, bu arada ateş edilmiş olan namluya “Sever” marka bir sigara izmariti sıkıştırılmıştı.

Bu ölüm neden beni güldürüyor bilemiyorum... Ne yapmalı? Nereye bildirmeli?..

Yeni bir rüzgâr dalgası şiddetle çarptı pencereye, keskin bir cam parçası kopup pervaza saplandı, pervazın su birikintisine parçalar döküldü. Bunu yapan rüzgâr kıyıya doğru uzaklaştı. Onun için ciddi, hatta dikkat çekici bir davranış değildi bu. Uzakta yelkenleri ve bayrakları titretmeye, nehir tramvaylarının, teknelerin, yüzen restoranların, bu kaygılı ve ölü sabahta kendi limanında sessizce soluklanan efsanevi kruvazörün yanında gidip gelen telaşlı romörklerin iskelelerini sallamaya koyuldu.
Burada ilginç olaydan çok havadan bahsettik uzun uzun, çünkü olay daha sonra bizim birçok sayfamızı dolduracak; havaysa bizim için özellikle önemli ve anlatıda olay Leningrad’da geçtiği için bile olsa kendi rolünü oynuyor...

...Rüzgâr hırsız gibi uzaklara kaçtı ve pelerini dalgalandı.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.