Pardon Neye Bakmıştınız? - Modern Sanatın 150 Yıllık Şaşırtıcı, Sarsıcı, Kimi Zaman da Tuhaf Hikâyesi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

BBC’nin sanat editörü Will Gompertz bu kitabında okuru sanat tarihinde heyecanlı bir tura çıkarıp modern sanata bakışını değiştiriyor.

Monet’nin nilüferlerinden Van Gogh’un ayçiçeklerine, Warhol’un çorba konservelerinden Hirst’ün formaldehit içindeki köpekbalığına, başyapıtların hikâyelerini dinleyin, sanatçılarla tanışın ve modern sanatın büyüsünü keşfedin.

"Pardon Neye Bakmıştınız?" taptaze, cesur ve baştan sona dürüst bir çalışma. Sanatın “kasıntılı” halini delip geçerek en temel soruları soruyor. Bu kitabı okuduktan sonra müze ve galeri ziyaretleriniz daha keyifli, daha ilginç geçecek.

E. H. Gombrich’in klasik kitabı “Sanatın Öyküsü”nden Robert Hughes’un hırçın ve öğretici eseri “The Shock of the New”a [Yeni Olanın Yarattığı Şok] modern dönemi kapsayan çok sayıda mükemmel sanat tarihi kitabı çoktan yazılmış durumda. Benim amacım bu tür kalın, bilge ciltlerle rekabete girmek değil –ki istesem de bunu yapamazdım– ama başka bir şey önermek: Kişisel, anekdotlara dayalı ve modern sanatın tarihini Empresyonizm’den günümüze (her bir harekette yer almış bütün sanatçıları ele almak yer ve zaman sınırlılığı dolayısıyla mümkün olmadıysa da) kronolojik bir şekilde anlatma görevinin üstesinden gelecek, bilgi verici bir kitap.

Ben olgularla dolu ama aynı zamanda da kanlı canlı bir kitap kaleme almayı arzuladım; akademik bir çalışma ortaya çıkarmayı hedeflemedim. Ne dipnotlar bulacaksınız bu çalışmada ne de uzun kaynakça listeleri ve hatta, sözgelimi empresyonistlerin bir kafede buluştuklarını veya Picasso’nun bir ziyafet verdiğini hayal ederken yer yer ufaktan fanteziye kaçtığım bile oldu. Bu küçük vinyetler, başkalarının yazdıkları anılara dayanıyor (empresyonistler gerçekten de hep aynı kafede buluşurlarmış ve Picasso gerçekten de bir ziyafet vermiş) ama kişiler arasındaki konuşmaların kimi ikincil detayları hayal ürünü.

Bu kitabı yazma fikrini bana 2009’da Edinburgh Fringe Festivali’nde gerçekleştirdiğim bir stand-up gösterisi esinledi. “Guardian” gazetesi için yazdığım bir yazıda, sanatın karşısında donakalmak yerine sanatın bir parçası olabilmemizi sağlayacak şekilde modern sanatı açıklamak için stand-up komedi tekniklerinin nasıl kullanılabileceğini araştırmıştım. Teoriyi test etmek için, bir stand-up kursuna yazıldım ve sonra da “Çifte Sanat Tarihi” adlı bir gösteriyle Edinburgh Fringe Festivali’ne katıldım. Deneme başarılı gibiydi: İzleyiciler biraz güldüler, biraz katıldılar ve sonda yaptığım “sınav”daki başarılarına bakarak değerlendirme yapacak olursak modern sanat hakkında biraz bir şeyler de öğrendiler.

Bununla birlikte, bir daha stand-up komedi gösterisi yapmayı düşünmüyorum. Bir gazeteci ve bir televizyoncu olarak modern sanat konusu üzerinde çalışmaya başladım. Büyük yazar David Foster Wallace, kurmaca dışına taşan kendi yazı çalışmalarını, yapacak daha iyi işleri olan başkaları adına bir meseleyi araştırması için makul zekâya sahip birine hizmet sektöründe zaman verilmesine benzetir. Umarım bir şekilde ben de bu hizmeti okuyuculara layıkıyla sunabilirim.

Ayrıca son on yılı modern sanatın tuhaf ve büyüleyici dünyasında çalışarak geçirmiş olmanın deneyim avantajına da sahibim. Yedi yıl boyunca Tate’te müdürlük yaptım, bu süre zarfında dünyanın büyük müzelerini ve turizmin süper otobanının dışına çıkınca ancak bulunabilen daha az bilinen koleksiyonları gezdim. Sanatçıların evlerinde bulundum ve zenginlerin özel koleksiyonlarını inceledim, eser koruma atölyelerini turladım ve milyonlarca dolarlık modern sanat müzayedelerini izledim. Kendimi modern sanata gömdüm. Hiçbir şey bilmezken başladım ve şimdi bir şeyler biliyorum. Benim için öğrenecek daha çok şey var, ama umarım çıkarıp ortaya sermeyi başardıklarım modern sanat bilginize ve beğeninize bir ölçüde katkı yapmak konusunda faydalı olur. Benim keşfettiğim kadarıyla, modern sanat hayatın en büyük zevklerinden biri.

2 Nisan 1917, Pazartesi. Washington’da Amerikan Başkanı Woodrow Wilson, Kongre’yi Almanya’ya karşı resmen savaşa girmeye çağırıyor. Aynı sırada, New York’ta, üç iyi giyinmiş delikanlı 33 West 67. Sokak adresindeki hoş dubleks apartman dairesinden şehir merkezine doğru yola çıkıyorlardı. Yürüyor, konuşuyor ve gülümsüyorlar, zaman zaman ölçülü kahkahalar koyuveriyorlar. Her iki tarafında ona göre daha tıknaz birer Amerikalı arkadaşıyla yürüyen ortadaki zarif, ince Fransız için bu tür gezintiler her zaman makbul. Henüz şehirde iki yılını doldurmamış bir sanatçı o: Etrafta yolunu bilecek kadar kalmış, ama şehrin heyecan verici, duyulara hitap eden cazibelerine karşı kayıtsızlık (blasé) geliştirmek için de yeterli zaman değildi bu. Central Park boyunca güney yönünde ve aşağıya Columbus Circle’a doğru yürümenin heyecanı her zaman kendisini harika hissetmesini sağlıyordu; ağaçların çarpıcı manzarasının binalara dönüşmesi, ona göre, dünyanın mucizelerinden biriydi. Ona kalırsa, New York City büyük bir sanat yapıtıydı: Modern muhteşemliklerin sergilendiği, insanoğlunun bir diğer büyük mimari yaratımı olan Venedik’ten daha canlı ve taze bir heykel parkıydı.

Üçlü Broadway’den aşağı salınarak yürüyor, hem zengin hem de güzel sokakların arasına aldırışsız burunlarını sokuyorlar. Şehir merkezine yaklaşırlarken arkalarında güneş, geçişsiz cam ve beton bloklarının arasından batıyor, havaya bir bahar esintisi katılıyor. İki Amerikalı, saçları büyük alnını ve kelleşmeye başlayan saç bitiş çizgisini gösterecek şekilde arkaya taranmış ortalarındaki Fransız arkadaşlarının üzerinden konuşuyorlar. Diğerleri konuşurken o düşünüyor. Onlar yürürken o duruyor. Ev eşyaları satan bir dükkânın vitrinine bakıyor. Ellerini kaldırıp cama dayıyor vitrindeki yansımayı engelleyebilmek için, ellerinin manikürlü uzun parmaklarını ve güçlü damarlarını sergiliyor: Asil bir şeyler var hareketlerinde.

Duraksama kısa sürüyor. Vitrin önünden ayrılıyor ve başını yukarı kaldırıyor. Arkadaşları gitmiş. Etrafa bakınıyor, omuz silkiyor ve bir sigara yakıyor. Sonra karşıya geçiyor, arkadaşlarını aramak için değil, ama güneşin ılık kucaklayışını karşılamak için. Şimdi saat 16:30 olmuştur ve kaygı dalgası Fransız’ı baştan ayağa sarmıştır. Birazdan dükkânlar kapanacak ve acilen satın alması gereken bir şey var. Adımlarını hızlandırıyor. Etrafındaki bütün görsel uyaranlara zihnini kapamak istiyor, ama beyni buna uygun davranmaya yanaşmıyor: İçine alması gereken, düşünecek, tadına varacak çok fazla şey var. Birisinin adını seslendiğini duyuyor ve başını kaldırıp bakıyor. Seslenen Walter Arensberg, iki arkadaşından kısa olanı, rüzgârlı bir Haziran sabahında 1915’te gemiden indiği andan beri Fransız’ın Amerika’daki sanatsal çabalarını destekleyen arkadaşı. Arensberg yolun karşısına geçmesini işaret ediyor, Madison Square Fifth Avenue’ya doğru. Ancak Normandiyalı noterin oğlu başını yukarı kaldırıyor, dikkati şimdi olağanüstü büyüklükte bir peynir dilimi şeklindeki betonarme binaya yönelmiştir. New York’a varmasından çok önce Flatiron Binası Fransız sanatçıyı cezbetmişti. Kendi evi yapacağı kentten gönderilmiş erken bir davetiye gibiydi.

Meşhur çok katlı bina ile ilk karşılaşması kendisi henüz Paris’te yaşarken bina ilk inşa edildiğinde olmuştu. Alfred Stieglitz’in 1903’te çektiği yirmi iki katlı gökdeleni gösteren fotoğrafı bir Fransız dergisinde görmüştü. Şimdi, on dört yıl sonra, hem Flatiron hem de Amerikalı bir fotoğrafçı ve galerici olan Stieglitz, yenidünyadaki hayatının bir parçası olmuşlardı.

Dalgınlığı Arensberg’den gelen bir başka sızlanmalı çağrı ile kesildi, bu kez biraz hayal kırıklığıyla sarılıydı, güçlü sanat hamisi ve sanat koleksiyoneri, Fransız’a kuvvetlice el sallıyordu. Gruptaki öteki adam Arensberg’in yanında ayakta duruyordu ve gülüyordu. Joseph Stella (1877-1946) da bir sanatçıydı. Galyalı arkadaşının hassas ama dik başlı zihnini anlıyordu ve bir ilgi nesnesi ile karşılaşınca yaşadığı çaresizliği takdir ediyordu.

Tekrar grup birleşti ve üçü Fifth Avenue’ya doğru yola devam ettiler. Fazla geçmeden hedeflerine vardılar: 118 Fifth Avenue, bir sıhhi tesisat uzmanının, J. L. Mott Iron Works’ün perakende dükkânı. İçeride, Arensberg ve Stella arkadaşları sergilenen banyoları ve kapı kollarını karıştırıp bir şeyler arar gibi görünürken kıs kıs gülüyorlardı. Birkaç dakika sonra dükkân çalışanını çağırdı ve sıradan, düz sırtlı, beyaz bir porselen pisuarı işaret etti. Tekrar bir araya gelen grup, dükkânın satış personeli tarafından söz konusu pisuarın bir Bedfordshire model olduğu konusunda bilgilendirildi. Fransız başını salladı, Stella sırıttı ve Arensberg, satıcının sırtına hafif hafif vurarak alacağını söyledi.
Dükkândan çıktılar. Arensberg ve Stella bir taksi çağırmaya gittiler. Sessiz felsefi Fransız arkadaşları ağır pisuarı kucağında tutarak yol kenarında bekliyordu, bu porselen “pissotière” için bulduğu planın keyfi içindeydi: Kibirli sanat dünyasını sinirlendirmek için bir muziplik olarak kullanacaktı. Başını eğip pisuarın parlak beyaz yüzeyine bakan Marcel Duchamp (1887-1968) kendi kendine gülümsedi: Biraz ortalığı karıştırabileceğini düşünüyordu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.