- A-Z
- KONU DİZİNİ
- Cogito
- Çizgi Roman
- Delta
- Doğan Kardeş
- Ansiklopedi
- Bilim
- Çocuk Çizgi Roman
- Deneme
- Destan
- Dünya Klasikleri
- Efsane
- Eğitim
- Etkinlik
- Gençlik
- Gezi
- Hikâye-Öykü
- İlkgençlik
- Klasik Dünya Masalları
- Masal
- Mitoloji
- Modern Dünya Klasikleri
- Okul Çağı
- Okul Öncesi
- Oyun
- Resimli Öykü
- Resimli Roman
- Resimli ve Sesli
- Roman
- Romandan Seçmeler
- Röportaj
- Seçme Denemeler
- Seçme Öyküler
- Seçme Parçalar
- Seçme Röportajlar
- Seçme Şiirler
- Seçme Yazılar
- Şiir
- Edebiyat
- Anı
- Anlatı
- Biyografi
- Deneme
- Derleme
- Eleştiri
- Gezi
- Günce
- İnceleme
- Libretto
- Mektup
- Mitoloji
- Modern Klasikler
- Otobiyografi
- Oyun
- Öykü
- Polisiye-Gerilim
- Roman
- Senaryo
- Söyleşi
- Yaşantı
- Yazılar
- Genel Kültür
- Halk Edebiyatı
- Masal
- Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar
- Koleksiyon Kitapları
- Lezzet Kitapları
- Özel Dizi
- Sanat
- Kare Sanat
- Sergi Kitapları
- Şiir
- Türk Şiir
- Tarih
- XXI. Yüzyıl Kitapları
- Sosyoloji - Sağlık
- TEKRAR BASIMLAR
- YENİ ÇIKANLAR
- ÇOK SATANLAR
Okumalar Okuması
-
Özgün Adı:
A Reader on Reading -
Kategori:
Edebiyat / Deneme -
Yazar:
Alberto Manguel -
Çeviren:
Sevin Okyay -
ISBN:
978-975-08-2659-7 -
Sayfa Sayısı:
364 -
Ölçü:
13.5 x 21 cm -
YKY'de İlk Baskı Tarihi:
Kasım 2013 -
Tekrar Baskı Sayısı / Tarihi:
5. Baskı / Nisan 2022
Pinokyo’nun okumayı öğrendikten sonra bütün yapabileceği, ders kitabı laflarını papağan gibi tekrarlamaktır. Sayfadaki kelimeleri özümser ama hazmetmez: Kitaplar hakiki anlamda onun olmaz, çünkü hâlâ, maceralarının sonunda bile, onları kendine ve dünyaya ilişkin tecrübelerine uygulamaktan acizdir.
Deneyimin kitapları, kitapların kişisel deneyimi zenginleştirdiği ve dönüştürdüğü yaratıcı bir okuma nasıl olur? Okumalar Okuması tam da bu sorunun yanıtı. Che Guevara’dan Borges’e birçok tanıdık yüz, İlyada’dan Alice Harikalar Diyarında’ya kadar birçok kitap Manguel’in okumalarında, içten ve kışkırtıcı yorumlarında yeniden hayat buluyor.
“Teşekkürlerini derli toplu bir konuşmayla iletmelisin” dedi Kırmızı Kraliçe, konuşurken Alice’e bakıp kaşlarını çatarak.
Aynanın İçinden, 9. Bölüm
Hemen hemen diğer bütün kitaplarımın olduğu gibi bu kitabın konusu da okumak, yaratıcı etkinliklerin en insani olanı. Özümüzde okuyan hayvanlar olduğumuza ve okuma sanatının en geniş anlamıyla türümüzü tanımladığına inanıyorum. Bu dünyaya her şeyde anlatı bulmaya niyetli olarak geliriz: Manzarada, yeryüzü şekillerinde, göklerde, başkalarının yüzlerinde ve elbette türümüzün yarattığı imgeler ve kelimelerde. Kendi hayatlarımızı ve başkalarınınkini okuruz, içinde yaşadığımız toplumları ve sınırlarımızın ötesindeki toplumları okuruz, resimleri ve binaları okuruz, bir kitabın kapakları arasında kalan sayfaları okuruz.
Bu sonuncusu esastır. Bana göre, bir sayfa üstündeki kelimeler dünyayı bir arada tutar. Macondo sakinleri yüz yıllık yalnızlıkları sırasında bir gün geliveren amnezi benzeri bir hastalığa tutulduklarında, dünya hakkındaki bilgilerinin çabucak yok olduğunu ve bir ineğin ne olduğunu, bir ağacın ne olduğunu, bir evin ne olduğunu unutabileceklerini fark ettiler. Panzehirin ise kelimelerde olduğunu keşfettiler. Dünyalarının onlar için ne anlama geldiğini hatırlamak için etiketler yazıp bunları hayvanlara ve nesnelere astılar: “Bu ağaçtır”, “Bu evdir”, “Bu inektir, ondan süt sağarsın, kahveyle karıştırılınca café con leche olur.” Kelimeler bize, bir toplum olarak dünyanın ne olduğuna inandığımızı gösterir.
“Olduğuna inanmak”; mesele de budur zaten. Biz okurlar, kelimeleri yaşantıyla, yaşantıyı kelimelerle eşleştirerek bir yaşantıyı yansıtan, bizi bir yaşantıya hazırlayan ya da hepimizin çok iyi bildiği gibi, ancak yanan sayfalar boyunca bize ait olacak yaşantıları anlatan hikâyelerin sayfalarını karıştırırız. Buna göre, bir kitabın olduğuna inandığımız şey, her okuyuşta kendini yeniden biçimlendirir. Yıllar boyunca deneyimim, zevklerim, önyargılarım değişti: Günler geçtikçe hafızam kütüphanemdeki ciltleri yeniden raflardaki yerlerine oturtmayı, kataloglamayı, ıskartaya çıkarmayı sürdürüyor; kelimelerim ve dünyam –birkaç değişmez sınırtaşı dışında– asla tek ve aynı değildir. Herakleitos’un zaman hakkındaki sözü benim okumalarım için de aynı şekilde geçerlidir: “Asla iki kez aynı kitabı okumazsınız.”
Hiç değişmeyen ise, okumanın, bir kitabı ellerimde tutmanın hazzıdır; birden bir kelime dizisinin bazen hiçbir görülebilir neden olmadan harekete geçirdiği o tuhaf hayrete kapılma, tanıma, üşüme ya da ısınma duygusunu hissetmektir. Kitap eleştirileri yazmak, çeviri yapmak, antoloji hazırlamak bana bu suçlu zevk için biraz gerekçe sağlayan (sanki zevk gerekçe gerektirirmiş gibi) ve hatta bazen hayatımı kazanmama izin veren etkinliklerdir. Şair Edward Thomas arkadaşı Gordon Bottomley’ye, “Güzel bir dünya bu, keşke bu dünyada yılda nasıl iki yüz sterlin kazanacağımı bilseydim” diye yazmıştı. Kitap eleştirileri, çeviri ve editörlük bazen bu iki yüz sterlini kazanmamı sağlıyor.
Henry James, bir yazarın bütün eserlerinde gizli bir imza gibi bulunan tema için “halıdaki desen” deyimini türetmişti. Yazdığım pek çok yazıda (eleştiriler, anılar ya da giriş yazıları gibi) sanırım, o elle tutulmaz deseni görebiliyorum: Onca sevdiğim bu sanatla, okuma maharetiyle ilgili, bunu içinde yaptığım yerle, Thomas’ın “güzel dünya”sıyla ilintili. Okumanın bir etiği, nasıl okuduğumuzun bir sorumluluğu, sayfaları çevirip satırları izleme eyleminin hem siyasi hem de mahrem yana sahip bir bağlanması olduğuna inanıyorum. Bazen de, yazarın niyetinin ve okurun umutlarının ötesinde, bir kitabın bizi daha iyi ve bilge biri haline getirebileceğine inanıyorum.
O “derli toplu” teşekkür konuşmasına gelince, Ileene Smith ile Susan Laity’ye cömert okumaları, Dan Heaton’a dikkatli düzelti okuması ve Marilyn Flaig’e titiz dizin çalışması için teşekkür ederim. Ayrıca Sonia Shannon’a da o muhteşem kapağı için.
Yirmi yıldır yazdığım her şeyin ilk okuyucusu olan Craig Stephenson, bu kitap için yapı, düzen ve seçme önerdi (Buradaki denemelerden birkaçının ve önsözdeki birkaç satırın alındığı, 1998 baskısı Into the Looking Glass Wood için yaptığı gibi). Duygusal nedenlerle bağlı olduğum kimi yazıları saklama meylimi gemledi, bana unuttuklarımı hatırlattı ama artık eski görünen bazı paragraflar ya da örnekleri gözden geçirmem konusunda da ısrar etti ve her parçanın uygunluğu üzerinde düşünerek, sabırsızlığımla benim bizzat yapacağımdan daha fazla zaman harcadı. Bunun için ve kabul etmeye istekli olmayacağı başka şeyler için sevgi dolu teşekkürlerimle.
Sekiz ya da dokuz yaşındayken, halihazırda ayakta olmayan bir evde, biri bana Alice Harikalar Ülkesinde ve Aynanın İçinden’in bir nüshasını verdi. Çoğu okur gibi ben de bir kitabın ilk kez okuduğum baskısının ömrümün geri kalanında benim için özgün baskı olarak kaldığını hissetmişimdir hep. Benimki, bereket versin, John Tenniel’in illüstrasyonlarıyla zenginleşmişti ve esrarengiz bir şekilde, yanmış odun kokusu veren kalın, kaymak gibi kâğıda basılmıştı.
Alice’i ilk okuduğumda anlamadığım pek çok şey vardı ama önemi de yoktu hani. Çok genç yaşta öğrenmiştim ki, zevk almak dışında bir amaçla okuyorsan (ki hepimiz bazen günahlarımız yüzünden yapmak zorunda kalırız bunu), zor bataklarla sıkıcı ovalardan öylesine geçebilirsin ve kendini sadece hikâyenin güçlü akışına bırakabilirsin.
Hatırladığım kadarıyla maceralara ilişkin ilk izlenimim zavallı Alice’in yol arkadaşı olduğum fiziksel bir seyahat izlenimiydi. Tavşan deliğinden düşüş ve aynadan geçiş sadece başlangıç noktalarıydı, bir otobüse binmek kadar havadan sudan ve harikaydı. Ama yolculuğun kendisi! Sekiz-dokuz yaşındayken inanmazlığım askıda olmak şöyle dursun, doğmamıştı henüz ve kurmaca da bazen günlük olgulardan daha gerçek geliyordu. Harikalar Diyarı gibi bir yerin sahiden var olduğunu düşündüğümden değil, orasının da evim, sokağım ve okulum olan kırmızı tuğlalarla aynı şeylerden yapıldığını bildiğim için.
Bir kitap, onu her okuyuşumuzda farklı bir kitap haline gelir. O ilk çocukluk Alice’i, Odysseia ya da Pinokyo gibi bir yolculuktu ve ben kendimi hep, Odysseus ya da tahta bir kukla olmaktansa, Alice olunca daha rahat hissetmişimdir. Sonra ergen Alice geldi ve Mart Tavşanı masada şarap yokken ona şarap ikram etmeyi teklif ettiğinde ya da Tırtıl ona tam olarak kim olduğunu ve bunun ne anlama geldiğini söylemesini istediğinde nelere katlandığını tamı tamına biliyordum. Edidi ve Büdüdü’nün Alice’in Kırmızı Kral’ın rüyasından başka bir şey olmadığı yolundaki uyarıları uykularımı kaçırdı ve uyanık geçen saatlerimde de Kırmızı Kraliçe öğretmenlerin “Bir köpekten bir kemik çıkarın: geriye ne kalır?” gibi sorularıyla işkence gördüm. Daha sonra, yirmili yaşlarımda Kupa Valesi’nin yargılanmasını André Breton’un Kara Mizah Antolojisi’nde toplu halde buldum ve Alice’in, sürrealistlerin kardeşi olduğu ortaya çıktı; Paris’te Kübalı yazar Severo Sarduy ile bir sohbetten sonra, Hampti Dampti’nin Change ve Tel Quel’in yapısalcı öğretilerine çok şey borçlu olduğunu keşfederek şaşırdım. Ve daha sonraları, Kanada’ya yerleştiğimde, Beyaz Şövalye’nin (“Ama bir plan düşünüyordum / Favorileri yeşile boyamak / Ve hep büyük bir yelpaze kullanmak / Görülemesinler diye.”) ülkemdeki her kamu binasının koridorlarında seğirten çok sayıda bürokrattan biri olarak iş bulduğunu nasıl fark etmezdim?
Alice’i okuduğum ve yeniden okuduğum bütün o yıllarda, kitaplarının pek çok farklı ve ilginç okumalarına rastladım, ama bunların hiçbirinin derinlemesine benim kitabım haline geldiğini söyleyemem. Başkalarının okumaları tabii ki benim kişisel okumamı etkiliyor, yeni bakış açıları sunuyor ya da belli pasajları renklendiriyor ama çoğunlukla Alice’in kulağına “Bu konuda bir espri yapabilirsin” diye vır vır fısıldayan Tatarcık’ın yorumları gibiler. Reddediyorum; ben kıskanç bir okurum ve başkalarına, okumuş olduğum kitaplar üzerinde bir jus primae noctis* tanımam. İlk Alice’imle onca yıl önce kurulmuş yakın akrabalık duygum zayıflamadı; her okuyuşumda, bağlar çok özel ve beklenmedik şekillerde güçleniyor. Başka bölümleri ezbere biliyorum. Çocuklarım (büyük kızımın adı elbette Alice) birden “Dülger Balığı ile Mors”un yaslı nağmelerini okumaya başladığımda sesimi kesmemi söylüyorlar. Hemen hemen her yeni deneyim için onun sayfalarında bir uyarı ya da nostaljik bir yankı buluyorum ve bana bir kez daha diyor ki, “İşte önünde bu uzanıyor” ya da “Daha önce de buradaydın.”
Pek çok maceradan biri, benim için, geçirdiğim ya da bir gün geçireceğim belirli bir deneyimi tanımlamakla kalmıyor, daha büyük bir şeye, bir hayat deneyimine ya da (eğer çok gösterişli bir terim değilse) bir hayat felsefesine gönderme yapıyor. Aynanın İçinden’de üçüncü bölümün sonundaki bir şey. Kendi yansımasından geçtikten ve onun ardında uzanan satranç ülkesini boylu boyunca aştıktan sonra Alice karanlık bir ormana varır, (ona denir ki) buradaki şeylerin adı yoktur. “Eh, gene de büyük rahatlık” der cesurca, “onca öfkelendikten sonra, girmek için –şeye– neye?” Kelimeyi bulamayışına şaşıran Alice, hatırlamaya çalışır. “ ‘Yani altına demek istiyorum – şeyin altına, bunun altına, anlıyorsunuz ya!’ der, elini bir ağaç gövdesinin üstüne koyarak. ‘Kendine ne diyor acaba? Bence adı falan yok – ee, elbette yok.’ ” Yerin adını hatırlamaya çalışarak, gerçeklik deneyimini kelimelere dökmeye alışmış Alice birden aslında hiçbir şeyin adı olmadığını keşfeder: Kendisi bir şeye isim takana kadar o şey isimsiz kalacaktır, orada ama sessiz, bir hayalet kadar dokunulmaz. Bu unutulmuş adları hatırlamalı mıdır? Yoksa yepyeni adlar mı uydurmalı? Onunki kadim bir muamma.