Öksüzlüğümüz

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Dinmek bilmez karmaşadan yorgun bir dünya; yaklaşan yeni felaketin işaretlerini okuyan gözlerde kaygı. Çözdüğü davalarla Londra sosyetesini büyüleyen dedektif Christopher Banks, 1930’ların bu gergin atmosferinde, bütün tehlikeleri göze alarak Şanghay’da bıraktığı geçmişinin karanlığına dalıyor.

Öyküsünü nasıl anlatırsa anlatsın, satır aralarında beliren arayış, umut ve yitiriş girdabına kapılmış Banks’in güncesi iç içe geçmiş iki metin sunuyor adeta. Şatafatlı hayatlar, parlak başarılar,  kahramanlık, fedakârlık ve tevazu perdesinin ardında, örselenmiş bir çocuğun ve çevresini sarmış ruh kardeşlerinin, kederli hikâyesi...

Çağdaş dünya edebiyatının en önemli isimlerinden Kazuo Ishiguro’dan gerçeklerin acılığını yankılayan bir hayaller âlemi...

“Edebiyatın sunduğu olanakları yepyeni noktalara taştığını hissettiren az sayıda romandan biri.” 
Sunday Times

“Öksüzlüğümüz’de ruhsal ve siyasal gerçeklerin nasıl hünerli bir biçimde ortaya konduğuna bakarak bile, Ishiguro’nun ne denli cesur ve büyüleyici bir yazar olduğunu söyleyebiliriz.”
The Guardian

“Öksüzlüğümüz, Ishiguro’nun şimdiye kadarki en büyük başarısı.”
New York Times

1923 Yazı'ydı. Cambridge'den geldiğim yaz, teyzemin Shropshire'a dönmem hususundaki arzusuna rağmen istikbalimin Başkent'te olduğuna karar vermiş ve Kensington Bedford Gardens'ta 14B numaralı küçük daireyi tutmuştum. Şimdi o yazı, yazların en harikası olarak hatırlıyorum. Gerek okulda gerek Cambridge'de eş dost arasında geçen senelerden sonra kendi kendimle kalmaktan büyük zevk almıştım. O dönem Londra parklarının, British Museum'un okuma salonundaki sessizliğin tadını çıkardım. Kendimce istikbal planları yaparken arada bir durup burada, İngiltere 'de hem de böylesi büyük bir kentin ortasında nasıl olup da güzel evlerin cephesini kaplayan sarmaşıklar ve tırmanan otlar bulunduğuna hayret ederek öğleden sonramı Kensington caddelerini arşınlayarak geçirdiğim çok oldu. İşte böyle avare yürüyüşlerin birinde okuldan eski bir arkadaşa, James Osbourne'a rastladım ve komşu olduğumuzu öğrenince de bir dahaki sefere buralardan geçerken uğramasını önerdim. Yaşayacağım yeri dikkatlice seçmiştim; dolayısıyla o güne dek tek bir ziyaretçi ağırlamamış olmama rağmen, bu daveti kendimden emin bir şekilde yaptım. Kira yüksek değildi ama ev sahibem evi zevkli

dekore etmişti; eşyalar akla telaşsız bir Viktoryen geçmişi getiriyordu. Günün ilk yarısı boyunca güneş alan oturma odasının eşyası ihtiyarlayan bir kanepe ile iki rahat koltuk, antika bir şifonyer ve içi unufak olmaya yüz tutmuş ansiklopedilerle dolu bir kitaplıktı ve kanaatimce hepsi de herhangi bir misafirin takdirini kazanacak nitelikteydi. Ayrıca daireyi kiralar kiralamaz Knightsbridge'e yürümüş, Kraliçe Anne tarzı bir çay takımıyla birkaç paket iyisinden çay almış, büyükçe bir kutu bisküviyi de unutmamıştım. Nitekim bir sabah Osbourne hakikaten ziyarete geldiğinde içecek ikramını öyle bir rahatlık ve güvenle yaptım ki ilk ziyaretçim olduğu gerçeğinin bir an bile aklından geçmesine fırsat vermedim.

İlk on beş-yirmi dakika boyunca Osbourne, evin vaziyetine iltifatlar düzüp şu veya bu bilmem neyi inceleyerek, mutat aralıklarla pencereden bakıp aşağıda olup bitene hayret ederek oturma odasında huzursuzca dolandı durdu. En nihayetinde kanepeye çöktü; birbirimizden ve eski okul arkadaşlarımızdan bahsetmeye başladık. Alman felsefesi hakkında uzun ve zevkli bir tartışmaya geçmeden evvel işçi sendikalarının faaliyetlerine değindiğimizi hatırlıyorum. Bu tartışma tabii karşılıklı olarak, gittiğimiz üniversitelerin bize kazandırdığı entelektüel kavrayışı birbirimize göstermemize imkân vermişti. O sıra Osbourne kalktı ve odayı yeniden adımlarken gelecek planlarını anlatmaya koyuldu. "Kafamda yayıncılık işine girmek var, biliyor musun; gazeteler, mecmua, o tür şeyler. Aslında köşe yazarı olmak istiyorum. Mesela siyaset veya sosyal meseleler hakkında yazabilirim. Tabii evvela ben kendim siyasete atılmazsam. İyi de Banks, hakikaten ne yapmak istediğinle ilgili bir fikrin yok mu yani senin? Baksana her şey bizim için, orada dışarda" diyerek pencereyi gösterdi. "Muhakkak ki bazı planların vardır."

"Zannediyorum ki vardır" dedim gülümseyerek. "Aklımda bir-iki şey yok değil. Yakında sana bahsederim." "Ne var bakayım dilinin altında? Hadi ama sen anlatmazsan ben anlattırırım ha!" Ama hiçbir şey anlatmadım. Çok geçmeden onu felsefe veya şiir gibi bir konuda başka bir tartışmanın içine çektim. Öğleye doğru Osbourne aniden Piccadilly'de bir yemek randevusu olduğunu hatırlayıp toparlanmaya başladı. Çıkmak üzereyken kapının önünde döndü: "Bak dostum, diyecektim ki, bu akşam önemli bir toplantıya davetliyim. Leonard Evershott şerefine bir parti, amcalarımdan biri veriyor. Evershott'u biliyorsundur; şu büyük işadamı. Biliyorum, gayet az zaman kala söylüyorum, ama senin de gelmeni istiyorum, ciddiyim. Daha önceleri uğrayacaktım sana ama bir türlü olmadı. Parti Charingworth'te."

Hemen cevap vermeyince bana doğru bir adım yaklaştı ve "Seni düşündüm çünkü aklıma geldi. Aklıma geldi de, sen hep 'münasebetleri olan biri' olduğum için benim hakkımda bir şeyler öğrenmeye çalışırdın. E hadi ama, unutmuş gibi yapma! Beni insafsızca sorguya çekerdin. 'Münasebetleri olmak. Tam olarak ne demek bu münasebetleri olmak?' Hah, düşündüm ki şimdi işte bizim Banks kendi gözleriyle görme şansı yakalamış olacak ne demekmiş 'münasebetleri olmak'". Sonra bir hatırayı anımsamış gibi kafasını salladı, "Tanrım" dedi, "okuldayken nasıl da tuhaf bir çocuktun".

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.