Kuşlar da Gitti

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Kuşlar da Gitti, İstanbul’un çürüyen, kirlenen yüzünün ve insanlığın da şehirle birlikte yok oluşunun romanıdır. Kuşların bir zamanlar mekân tuttuğu İstanbul’da çocuklar onları yakalayarak cami, kilise ve sinagogların kapılarında “azat buzat beni cennet kapısında gözet” diyerek satarlar.  Ancak çocuklar satamadıkları kuşları yemek zorunda kalırlar.

“Sağlam bir kitap, yoğun bir insan sevgisi ve şiir, tam bir başyapıt.”
La Croix, (Fransa)

“Saklanacak, tekrar tekrar okunacak, üstünde günlerce düşünülecek, bütün zamanların, bütün ülkelerin en güzel edebiyat yapıtlarının yanına konacak bir kitap...”
Jeremy Brooks, The Independent, (İngiltere)

“Klasiklere özgü yalınlıkta bir öykü.”
Church Times, (İngiltere)

“Batı Avrupa’da neden böyle romancılarımız kalmadı?”
New Statesman, (İngiltere)

Tuğrul ormanın alt yanından yürüyerek oraya, çadırların yanına geldi.

Daha eylülün on beşi bile olmadan Fatihten buraya üç kişi gelmiş, yaşlı kavağın az ilerisine, yeşil düzlüğün doğudan yanına çadırlarını kurmuşlar, hazırlığa başlamışlardı bile. Ağlar örüyorlar, tuzaklar yapıyorlar, bir tuhaf eski zaman türküsü söylüyorlardı alaşafaktan gün kavuşana kadar. Birisi kısa boylu, geniş omuzlu, üç köşe gözlü, kalın kaşlı, diken diken olmuş saçlı, kocaman elli, kocaman başlıydı. Gözlerinin akında, birisinde iki, birisinde de üç ben vardı. Sol gözündeki ben büyüyor, yayılarak ta gidip karaya karışıyordu. Bu çocuk hiç denecek kadar az konuşuyor, ağzını türküden türküye açıyordu. Birisi de bir sırık gibi upuzundu. Boynu uzamış gitmişti. Pörtlek kocaman gözleri, hemen yerinden fırlayacaklarmış gibiydi. Hep konuşuyor, konuşuyor, sonra birdenbire susuveriyordu. Konuşurken uzamış boynu ipince, öyle kalı kalıveriyordu. Ötekisi bir bıçkındı. Hani ateş parçası derler ya, o türden bir çocuktu. Bir an yerinde duramıyor, elleri durmadan işliyor, bir şeyleri yapıp bozuyor, konuşuyor, bağırıyor, arkadaşlarına takılıyordu. Çakır gözlerinde onulmaz bir keder çakıp sönüyordu, incecik sarı bıyıkları sarkıyordu. Elleri boş kaldığında doğru bıyıklarına gidiyordu, öfkeyle, koparacakmış gibi bıyıklarını çekiştiriyordu. Yuvarlak, öne doğru kıvrılarak uzamış çenesi güçlüydü. Bu güçlü çenede de bir keder vardı. Tuğrul, oraya kavak ağacını çevirmiş tel örgünün önündeki tümseğe, kollarını dizlerine dolayarak oturdu. Ben, belki de on gün, Tuğrulu hep oradan, ormanın alt yanından kollarını sallaya sallaya gelip tel örgüye sırtını verip, hem de dikenli tellere sırtını dayayıp çakırdikenlerin üstüne tümseğe oturduğunu, hiç konuşmadan orada öyle oturup durduğunu gördüm. Çadıra, bağırıp çağırarak bir şeyler yapan çocuklara, üstünden ikide bir geçen helikopterlere, uçaklara nedense bakmıyordu. Çenesi dizlerinin üstünde öyle durup duruyordu. Pazarları, Kınalıadanın başkomiseri oyuncak uçaklar salıveriyordu gökyüzüne. Yalnız Kınalıadanın başkomiseri miydi buraya, Florya düzlüğüne gelip oyuncak uçaklar salıverenler gökyüzüne, Mersedesli, Volksvagenli, Volvolu, Muratlı bir sürü başka adamlar da geliyorlardı. Bu, yerden yönetilen oyuncak uçaklar, havada gerçekten uçaktan da çok motor gürültüsü çıkararak, Florya göğünde dolanıp duruyorlardı. Onları seyre Çekmecenin, Menekşenin, Cennet Mahallesinin, Yeşilyurdun çocukları geliyorlardı. Kutsal bir saygıyla, sessiz, ellerini bile oynatmadan bir uçağa, bir uçağı yönetene bakarak susuyorlardı. Tuğrul, ne yerinden kıpırdıyor, ne de başını kaldırıp bir kere olsun göğe bakıyordu. Helikopterler kavak ağacının üst dalına sürünürcesine Tuğrulun tepesinin üstünden geçiyorlardı. Tuğrul taş gibi, helikopter üstüne bile düşse aldıracağı, yerinden kıpırdayacağı yok gibi. O kadar yanından geldim geçtim de Tuğrul beni bile bir kere olsun görmedi. Ne bileyim ben, belki de Tuğrul beni görüyor, üstünden gelip geçen uçaklara bakıyor, gürültülerini duyuyordu da ben fark etmiyordum. Belki de oturduğu yerden düzlükte ne olup bitiyorsa hepsini bir bir izliyordu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.