Iza’nın Şarkısı

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Iza, babası ölünce yalnız kalan annesini yanına almak ister. Doktor kızıyla gurur duyan yaşlı kadın, sürdürdüğü taşra hayatını, anılarını, alışkanlıklarını, bir anlamda kimliğini bırakıp başkente taşınır. Ne yazık ki, yirminci yüzyılın ikinci yarısında, savaş sonrasında büyük bir hızla değişen Macar toplumunda, yalnızlık ve kuşak çatışması anlamına gelmektedir bu.

Szabó ilk kez 1963 yılında yayımlanan romanında, insani değerlere en bağlı, en idealist kişilerin bile yakınlarını anlamakta nasıl yetersiz kalabileceğini, insan ilişkilerine sızan empati yoksunluğunu anlatıyor.

Magda Szabó’yu keşfettiyseniz altın bir balık yakaladınız demektir. Yazmakta olduğu bütün kitapları alın, ileride yazacaklarını da. - Hermann Hesse

Haber sabah gelmişti. Kadın odun ateşinde ekmek kızartıyordu.

Üç sene evvel Iza küçük ve tuhaf bir aygıt yollamıştı onlara; ekmek dilimleri, kıpkırmızı kesilen ince tellerin arasında göz açıp kapayıncaya kadar kıtır kıtır oluyordu. Aleti kutusuna geri koyup bir daha asla çıkarmamak üzere mutfak büfesinin dibine tıkıştırmadan önce evirip çevirmiş, altını üstünü incelemişti. Makine ve aygıtlardan sakınıyor ve esasında, gayet alışılmış bir şey olan elektrik bile ona pek güven telkin etmiyordu. Bir arıza ya da fırtına yüzünden birkaç saatliğine cereyan kesilse, ihtiyat tedbiri olarak her daim mumlarla donatılmış halde büfenin üzerinde duran iki kollu bakır şamdanını alır, alevler içindeki bu dal demetini yaşlı ve uysal bir geyiğin boynuzlarını taşıması gibi başının üstünde tutarak, küçük adımlarla koridoru geçip mutfaktan odaya götürürdü. Elektrikli ekmek kızartıcısına asla alışamazdı, zira o zaman ateşin karşına çömelemezdi; korun sanki canlı bir varlıktan gelen esrarengiz solumasını dinlemeyi seviyordu; ateş yanarken evde başka hiç kimse olmasa bile kendini yalnız hissetmiyordu.

Antal zili çaldığında sobanın açık kapağının karşısındaki taburesinde öne doğru eğilmişti; kızarmakta olan ekmeğe batırılmış uzun çatal elinde, gidip kapıyı açtı. Antal sesini çıkarmadan ona baktı, sonra kolundan tuttu, hareketlerindeki tutukluk söylemekten kaçındığı şeyi açığa vurdu. İhtiyar kadının gözleri yaşla doldu ama sanki karanlık bir güç onları gözkapaklarının kenarında asılı tutuyormuş gibi, akmadı yaşlar. Diğer tüm reflekslerden daha güçlü olan nezaket, kadının gırtlağından bir “Sağ ol oğlum” çıkardı.

Dipteki odaya gittiler, ateşin yandığı odaya; tabureye oturdu, Antal sobada ellerini ısıttı. Hiçbir şey konuşmuyor ama birbirlerini eksiksiz anlıyorlardı. Sıkı durmalıyım, diyordu yaşlı kadın kendine, öyle çok seviyorum ki onu! Hiç acelemiz yok, kendini toparla biraz, diye yalvarıyordu Antal içinden. Oraya gitmen pek bir işe yaramayacak zaten. Orada yatan şahıs, eskiden tanıdığınız kişi değil şafaktan beri. Yine de onun yanına götüreceğim seni, bir faydası olacağından değil ama hakkındır.

Yola çıkacakları sırada yaşlı kadın pazar filesini koluna taktı. Hastaneye giderken hep onu almıştı yanına. Vince’ye, onun istediği ya da kendisinin uygun gördüğü şeyleri o zembille götürürdü: mendil, bisküvi, özellikle de limon. Bu sefer de filenin ilmikleri arasından sarı toplar parıldıyordu.

Zavallı iyilik meleği! diye düşündü doktor. Üç pörsük limonuyla bir mucize gerçekleştirebileceğini zannediyor. Ondan korkmuyormuş gibi yapınca ölümün geri çekileceğini sanıyor. Baba’ya üç limon götürmenin onu canlı bulmaya yeteceğine inanıyor.

Gece hava don yapmış, yaşlı kadın önceki akşamdan beri kül serpmemiş olduğundan merdiven kayganlaşmıştı. Antal basamaktan inmesine yardım etmek için kolundan tuttu. Odunluğun kapısı açık kalmıştı; eşikte kirli bir kar birikintisi oluşmuştu ve arkasında Kapitány, sanki bir siperdeymiş gibi gözetlemedeydi. Samanın içinde silkindiği duyuluyordu: Döşeğini dağıtmıştı yine. İhtiyar kadın hangara göz atmadı, kolu kasıldı ve solukları hızlandı. Kapitány’yi gördü herhalde, diye düşündü doktor ama hiçbir şey olmamış gibi yapıyor. Hayvanın tüyleri siyah ve bugün siyahtan kaçınmak gerek.

Kapıyı örtüp taksi durağına yönelirlerken, Közért’in müdürü Kolman vitrin camının arkasından onları izliyordu.

Saat yedi bile olmadı, diye düşündü Kolman. Anlaşıldı, yaşlı adam yolun sonuna yaklaşmış olmalı. Çok yazık. Ne kadar sakin ve sabırlı bir adamdı! Sırasını başkalarına verirdi hep, erkeklere ve çocuklara bile. Süt kabını en son uzatan o olurdu her zaman. Küçük kızlar ona bayılırdı. Yazın bahçesinden çiçekler getirirdi onlara, havalar soğumaya başladığında da kızarmış balkabağı ve çay. Zavallı ihtiyar, o da çekip gidiyor işte! Kızı çok üzülecek! Ne çok para gönderirdi ona! Postacının söylediğine bakılırsa her ay havale gelirmiş Budapeşte’den. Böyle bir kadından boşanırken şu Antal’in aklı neredeydi acaba? Mamafih o da kötü biri değil, bütün hastaları iyi konuşuyor hakkında.

Pastanenin önünden taksiye bindikleri sırada yaşlı kadın da Iza’yı düşünüyordu. “Baba kanser” demişti Iza, tuhaf derecede duygusuz bir tonla. Annesinin telefonu üzerine hastayı görmek için Budapeşte’den gelmişti. Banyoda, stajyer doktorken alışkanlık edindiği titiz bir yavaşlıkla ellerini fırçalıyordu. İhtiyar kadın küvetin kenarına yığılıp kalmıştı. Dünya aniden kararmıştı etrafında; düşmemek için termosifonun musluğuna tutunmuştu. Bir saniye sonraysa, ayaklarının üstüne sıçramış, koşarak koridora çıkıyordu: Vince onu çağırıyordu. “Ne dolaplar çeviriyorsunuz?” diye sormuştu Vince, biraz sinirli bir sesle.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.