İyi Bir Güneş

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

İkinci Yeni’nin hırçın sesli şairi Ece Ayhan’dan bu kez yalın, duru bir üslupla örülmüş öyküler.

Bir taksi çevirdim. Yorgundum. Eve geldik. Püsküllü Belâ’nın yanımda olduğunu düşünemiyordum. Miss Lu’nun kalan çiçeklerinin arasından geçtik. Püsküllü Belâ kadınlığı üzerinde ışıkları yaktı. Perdeleri çekti. Soyunup yattık. Beni çok seviyormuş. Çıldırıyormuş benim için. Hadi, dedim. Sonra yıkanıp yattık.

Yakınımızdaki evlerden birinde sinsi sinsi Gounod’nun Bir Kukla İçin Marşı çalınıyordu. Ancak duyabildim. Yastığımın serin beyaz örtüsüne yerleştirdim kafamı. İyi bir güneş görmek istiyordum sabahleyin. İyi bir güneş. Sevgili Miss Lu’nun çiçeklerini soldurmıyan. Miss Lu için. İyi bir güneş.

“İyi Bir Güneş”, Ece Ayhan’ın beşi 1956-1958 yılları arasında Yenilik, Seçilmiş Hikâyeler, Dost dergilerinde yayımlanmış, ikisi sağlığında yayımlamayı tercih etmediği toplam yedi öyküsünü, Ahmet Soysal’ın Önsöz’ü ve Tunç Tayanç’ın Sonsöz’ü eşliğinde bir araya getiriyor.

Duvarlardaki resimlerin hiçbiri uşağa kayıtsızlıkla bakmadılar bu kez. Kaygı duydukları kaçırmak istedikleri yüzlerinden belli oluyordu. Kaçırmak istedikleri. Ne oluyoruz? Son efendi de öldü ha. Yeryüzünde. Ne sanıyordunuz? Ama ne de olsa hiç ummuyorlardı bunu. Yüzleri sabitleşiverdi.

Merdivenlerin trabzanlarında bir çift el var. Eski bir kinle dokunuyor. Durmadan dokunuyor. Yalnız dokunuyor, istedikleri gibi tozlu kalabilirler. Evet, istedikleri gibidir. İstediklerini sormak kimin usuna gelmiştir. Sormak.

Açılmıyan kapılar, açılmıyan dolaplar açılıyor. Durulması yasak olan kapı eşiklerinde duruyor uşak. İşte. Bu, kıskançlık. Siz kıskançlığı öldürebilir misiniz? Beni öldürebilir misiniz? Uyu sen. Artık ziller bile işitilmiyor. Bundan böyle de işitilmeyecek. Zorlansalar bile işitilmeyecekler işte. Yaşasın örümcekler. Ve çalmayan bir zili en hassas bir fare kulağı bile duyamaz.

Çiçekler kendilerini bekliyen yeni alınyazılarını kavramış görünüyorlar. Camlar matlaşmaya başladı. Düşen, kırılan vazolar ancak eski alışılmış seslerini verebiliyorlardı. Canını kurtaran az. Bunca yıldır sıkıntıdan bunalan eşyaların bir uşağın eliyle bu denli, bir erinçle kırılması, önceleri yadırganıyordu ama. Sevinç veriyordu sonra. Bu uşak yakılmamış ocakları yaktı. Kitaplıklarda hiç bulunmıyacak kitaplar aradı. Böylece gün bittiğinde uşak tükenmez odalardan birindeydi. Dönmüş dolaşmış efendisinin odasına gelmişti yine. Hava kararmış. Havanın karardığını kim biliyor? Çarşaflarla balkona çıktığında biraz dalgındı, sona yaklaşıyorlardı. Bu eski silik uşak denize karşı bir iki kez sallandı durdu bir ara. Daha gövde ve baş aşağıya düşmeden önce kendini yitirdi. Bir uşak balkonda kendini yitirdi. Neden mi yitirdi. Birinci korkudur bu. (Sizi anlıyorum herkes korkabilir). Bu yüzden bir sersemliğe kapıldı gitti. Bir sersemlik bir yalnızlığın içinde daima böyle ölüp gider. Açıkçası. Başa çıkılmaz deniz, balkonda çamaşır asan bir uşağa meydan okuyordu. Dehşet vericiydi bu. Ya da dehşet verici geldi. Ve uşak sadece gülmüştü. Sonra, kendisini aşağıda ölümün şarkı söyliyerek beklediği yere atıvermişti balkondan.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.