Hayat, Sil Baştan

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

"Hayat, Sil Baştan" çılgın, gülünç ve şaşırtıcı derecede dokunaklı...

Bir gün ya da bir gece bir iblis, en koyu yalnızlığınıza kadar gizlice sokulsa ve size, “Şimdi yaşamakta olduğun ve bugüne dek yaşadığın hayatı bir kez daha ve pek çok defa daha yaşayacaksın” dese, ne olurdu?

Peki ya bu hayatlardan birinde elinize Hitler’i öldürme fırsatı geçse, ne yapardınız?

Ursula Todd, 1910 yılının soğuk ve karlı bir gecesinde, varlıklı bir İngiliz bankacı ile karısının üçüncü çocuğu olarak doğdu. Bu dünyada daha ilk soluklarını alamamıştı ki, ölüverdi. Aynı soğuk ve karlı gecede, gürbüz ve kanlı canlı bir bebek olarak Ursula Todd doğdu ve en hafif deyimiyle sıradışı bir yaşama adımını attı. Ursula yıllar içinde, tıpkı doğduğunda olduğu gibi, farklı şekillerde yaşayıp ölmeye başladı. İçinde bulunduğu dünya ise bir kıyameti yaşıyordu: Tarihteki en büyük iki savaşın tarifsiz korkunçluğu... Kate Atkinson’ın bu ilginç romanını bitirdiğinizde başa dönüp yeniden okuma isteği duyacaksınız, çünkü "Hayat, Sil Baştan", ikinci ve belki de üçüncü okumaları hem hak ediyor, hem de gerektiriyor.

“Yaşadığımız yüzyılda okuduğum en iyi romanlardan biri. Kate Atkinson olağanüstü bir yazar... Bu zekice yazılmış kitabı tarif edebilmek için sıfatlar yetersiz kalıyor: Etkileyici, büyüleyici, keyifli, hüzünlü, göz kamaştırıcı, baş döndürücü... Gillian Flynn, Gone Girl adlı romanın yazarı

Haziran 1914

Ursula başka bir talihsizlik olmaksızın dördüncü yazına girmişti. Bebeğin ürkütücü başlayan yaşamına rağmen (ya da belki bu yüzden) güzelce gelişerek, Sylvie’nin sağlam rejimi sayesinde (ya da belki ona rağmen) istikrarlı görünen bir çocuk olması, annesinin içini rahatlatmıştı. Ursula fazla düşünen biri değildi, Pamela’nın zaman zaman yaptığı gibi. Öte yandan Maurice’in âdet edindiği gibi çok az düşünenlerden de değildi.

“Küçük asker”, diye düşündü Sylvie, Ursula’nın Maurice ile Pamela ’nın peşinden sahilde uygun adım yürüyüşünü izlerken. Ne kadar küçük görünüyorlardı hepsi de –küçüklerdi zaten, biliyordu Sylvie– ama bazen çocuklarına duyduğu hislerin enginliği karşısında hayrete düşüyordu. En küçük, en yenileri –Edward– yanı başında, kumların üstünde hasır bebek sepetine mahkûm edilmişti ve henüz ortalığı talan etmeyi bilmiyordu.

Cornwall’da bir aylığına ev kiralamışlardı. Hugh ilk hafta kalmıştı, Bridget ise baştan sona kalıyordu. Sylvie, Bayan Glover’ı difteriden bir oğlunu kaybeden kız kardeşlerinden biriyle Salford’da kalabilmesi için aylık izne gönderdiğinden, yemek işini Bridget ile beraber (epey beceriksizce) hallediyordu. Platformda durup da Bayan Glover’ın geniş sırtının demiryolu vagonu içinde kayboluşunu izlerken Sylvie rahat bir nefes almıştı. Hugh, “Onu yolcu etmek zorunda değildin,” demişti.

“Gidişini izlemenin keyfinden,” demişti Sylvie de.

Burada sıcak bir güneş, sert deniz rüzgârları ve Sylvie’nin üstünde gece boyu rahatça uyuduğu yabancı, sert bir yatak vardı. Etli turta, kızarmış patates ve elmalı poğaça almış, kumlara serdikleri kilimin üstünde, sırtlarını kayalara yaslayarak yemişlerdi. Kiralık plaj kulübesi, daima zorlu bir sorun olma özelliğini taşıyan ‘insan içinde bebek besleme’ meselesini çözmüştü. Bridget ile Sylvie bazen botlarını çıkarıp ayak parmaklarını cüretkârca suda oynatıyorlar, bazen de kumda dev güneş şemsiyelerinin altına oturup kitaplarını okuyorlardı. Sylvie, Conrad okuyordu, Bridget’te ise –her zamanki gotik aşk romanlarından birini yanında getirmediği için– Sylvie’nin verdiği “Jane Eyre” vardı. Sıkça korku dolu küçük çığlıklar atan, iğrenme ve nihayetinde sevinç duygularına kapılan Bridget’in epey hararetli bir okuyucu olduğu ortaya çıkmıştı. Bunun yanında “Gizli Ajan” pek kuru kalıyordu.

Bridget aynı zamanda bir kara insanıydı ve vaktinin çoğunu, mantığını bir türlü kavrayamadığı denizin yükselip yükselmeyeceği sorusuna endişelenerek geçiriyordu. “Yükselme vakti her gün bir miktar değişiyor,” diye açıkladı Sylvie.

“İyi de ne demeye değişiyor?” dedi afallayan Bridget.

“Şey...” En ufak bir fikri yoktu Sylvie’nin. “Neden olmasın?” diye konuyu kati biçimde sonlandırdı.

Çocuklar plajın uzak ucundaki kayalık havuzlarında ağla balık avından dönüyorlardı. Pamela ile Ursula yarı yolda durup su kenarında oynamaya başladılar ama Maurice adımlarını hızlandırarak Sylvie’ye doğru atıldı ve bir kum bulutu içinde kendini yere fırlattı. Küçük bir yengeci kıskacından tutuyordu ve bunu gören Bridget tiz bir çığlık attı.

“Etli turta kaldı mı?” dedi Maurice.

“Önce terbiyeni takın,” diye çıkıştı Sylvie. Maurice yazın ardından yatılı okula gidecekti. Bu durum Sylvie’yi epey rahatlatacaktı.

“Gelin hadi gidip dalgaların üstünden atlayalım,” dedi Pamela. Pamela buyurgandı ama hoş bir biçimde. Ursula ise onun planlarına ayak uydurmaktan hemen her zaman memnundu. Memnun olmasa bile yine de uyuyordu.

Kumların üstünden bir çember, rüzgârla havalanmış gibi uçarak yanlarından geçti. Ursula peşinden koşup çemberi sahibine geri vermek istediyse de Pamela “Hayır, gel gidip suda oynayalım,” dedi. Ağlarını kumların üstüne bırakarak dalgalara doğru ilerlediler. Güneş ne kadar kavurucu olursa olsun, suyun daima dondurucu olması tam bir muammaydı. Kızlar her zamanki gibi ciyaklayıp bağrıştıktan sonra el ele tutuşup dalgaların gelmesini beklediler. Ne var ki gelen dalgalar hayal kırıklığı yaratacak kadar küçük, dantel fırfırlı çırpıntılardı sadece. Bunun üzerine daha ileri açıldılar.

Dalgalar şimdi dalga bile değildi. Sadece onları havaya kaldırıp geride bırakan bir kabartının alçalıp ittirişleriydi. Kabartı her yaklaştığında Ursula, Pamela’nın eline sık sıkıya yapışıyordu. Bulundukları yerde sular beline kadar yükselmişti. Pamela kendisini tokatlayan dalgaları bir gemi başı süsü gibi yararak biraz daha ilerledi. Sular şimdi Ursula’nın koltukaltlarına varmıştı. Ursula ağlamaya başlayarak, daha fazla ilerlemesini durdurmak için Pamela’nın elini çekiştirdi. Pamela dönüp ona göz attı ve “Dikkat et, ikimizi birden devireceksin,” dedi. Bu sırada arkasında zirve yapan dev dalgayı görmedi. Dalga göz açıp kapayıncaya kadar ikisini de alt ederek yaprak gibi sağa sola savurdu.

Ursula denizin sanki millerce açığındaymış, kıyının görüş alanı dışındaymış gibi giderek aşağılara, derinlere doğru çekildiğini hissetti. Küçük bacakları suda pedal çeviriyor, basacak bir kum parçası bulmaya çalışıyordu. Ah, hele bir ayağının üstüne basıp dalgalarla boğuşabilseydi... Ama artık üstünde durabileceği bir kum yoktu ve Ursula panikle çırpınarak su yutmaya başlamıştı. Biri mutlaka gelirdi ama, öyle değil mi? Bridget ya da Sylvie kurtarırdı onu. Veya Pamela. O neredeydi?

Kimse gelmedi. Sudan başka hiçbir şey yoktu. Su ve yine su. Ursula’nın çaresiz küçük kalbi göğsünde sıkışmış bir kuş misali delice çarpıyordu. Kıvrımlı inci gibi kulağında, binlerce arı vızıltısı. Hiç nefes yok. Boğulan bir çocuk, gökten düşen bir kuş.

Karanlık çöktü.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.