Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Ali Teoman’ın ‘edebiyat olayı’: Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı

Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı Ali Teoman’ın ilk kitabı. Üç kısımdan oluşan parodilerle dolu bu uzun öykü, 1991 yılında “Nurten Ay” imzasıyla Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandıktan sonra, bir gazetede tefrika edilip kitaplaşmıştı. Fakat daha ilk günden itibaren kitabın yazarı ile ilgili kafalarda oluşan soru işaretleri yıllarca gündemde kalmış, “Nurten Ay” imzasının arkasındaki gerçek yazar aranmıştı... Edebiyat tarihimize geçen bu “edebi aldatmaca” nihayet yazarı tarafından 2007’de Kitap-lık dergisinde açıklanınca kitabın üstündeki sır perdesi kalkmış, kapaktaki “Nurten Ay” imzası yerini “Ali Teoman”a bırakmıştı.

Köhne mekânlar ve antikalar içinde 1980’li yılların yönelimlerini, güncel izleklerini bulacağınız “Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı”, Ali Teoman’ın oyunlarla dolu kurmacasına giriş niteliğinde büyüleyici bir “masal” olmasının yanında, her yönüyle güçlü bir postmodern yapıt.

Masalbilime girişim çocukluğumdan beri değişik kişilerden, değişik yer, zaman ve üsluplarda dinlemiş olduğum öyküler vasıtasıyladır. Şunu hemen ekleyeyim ki, tabiatı icabı nisyân ile malûl olan insan hafızasının ancak ve ancak bu tür kulaktan kulağa dolaşan hikâyelerin sözlü veya yazılı biçimde dile getirilmesi ve buralardaki kimi tuhaf ayrıntıların ön plana çıkarılarak iyice belirginleştirilmesi yoluyla canlı ve hatta dimdik ayakta tutulabileceğine olan inancım günden güne güç kazanıyor. Kim bilir, belki de zamanla bir zorunluluk halini alacak olan bu durum, şimdinin olduğu denli, geçmişin ve geleceğin anahtarını da elinde tutmakta.

Tabii bu bağlamda ilk akla gelen soru masal-mitos bağıntısı olacaktır, çünkü her iki anlatı türünde de iç içe verilmektedir düş ve gerçek. Ancak burada kesinkes ayırt edilmesi gereken bir nokta da yok değil. Oldukça dikkate değer bir varsayıma göre, efsanelerdeki tanrılar, bir zamanlar gerçekten yaşamış ve öldükten sonra apotheosis yoluyla ölümsüzlük mertebesine yükseltilmiş kahramanlardır. Sözgelimi, Grek mitolojisini ele aldığımızda, söz konusu mitoloji ile onu yaratmış olan insan topluluğunun nesnel tarihi arasındaki yadsınması olanaksız ilişkiyi açıkça görürüz. Batı yazınının temel taşı niteliğindeki İliada destanı, yukarıda sözü geçen düş/gerçek birlikteliğine mükemmel bir örnek teşkil etmektedir. Truva gerçekten de tanrıçalar arasında yapılmış bir güzellik yarışması sonucunda mı mahva sürüklenmişti? Akhilleus’un ölüm nedenini topuğunun Styx’in gizemli sularından payını alamamış oluşuna mı bağlamalıyız acaba? Ya da Hektor tanrıça Athena’nın kurnazca bir oyununa gelerek mi koşmuştur ölümcül yazgısına? Efsane bu sorulara ‘evet’ yanıtını vermekte. İşte bu noktada düşün, düşgücünün, kurmacanın kaçınılmaz bir biçimde gerçeğe karıştığına, geçiştiğine, iki kategori arasındaki duvarları yıkarak yerle bir ettiğine tanık oluyoruz. Bize sunulan anlatı, içindeki kişi ve olayların kalın bir sis perdesi ardında bulanıklaştığı karmaşık bir öyküdür artık.

Peki masal nedir? Başka bir deyişle, mitos-tarih çizgisi üzerinde nereye yerleştirebiliriz masalı? Sadece tek bir noktaya değil, elbette.

Çünkü gerçekle gerçeküstü arasındaki o ipincecik çizgide defalarca gidip gelir masal. Az gidilir, uz gidilir, dere tepe düz gidilir, altı ay bir güz gidilir, sonra bir de dönülüp arkaya bakılır ki, bir arpa boyu yol gidilmiş. Deve tellal, pire berberdir, insan kendi annesiyle babasının beşiğini tıngır mıngır sallayabilir masallarda. Kimi zaman ipe un bile serilir ve iğne deliğinden kervan geçirildiği de olur, eğer bu ise gereken. Başı arşa değen devlerin, sağ göğsünü sol omzuna, sol göğsünü sağ omzuna atan devanalarının, bir dudağı yerde bir dudağı gökte arapların önümüzde resm-i geçit yaptığını görürüz. İnsanlar hayvana, hayvanlar insana dönüşür. Aynaların dile gelip konuşması, doğrusu ya, pek ahval-i adiyeden sayılmak gerekir masalın hayal örgüsü içinde. Kötüler her defasında da kırk katırla kırk satır arasındaki kaçınılmaz seçimlerini yapmak zorunda kalırlar mutlaka. Canlarını küçük cam şişelerde saklayan büyücüler, yakalanacaklarını anlayınca bir lâhzada beyaz bir güvercine dönüşüveren peri kızları, cennet bahçesindeki billûr saraylarında mesut bir hayat süren peri padişahları, Serendip tahtında hüküm sürmekte olan üç talihli köse kardeş, girişini kocaman sihirli bir taşla örttükleri mağaralarında Karun’un hazinelerini saklayan kırk haramiler, kurnazlıkları sayesinde devleri dize getirmeyi bilen cüceler, gözleri değirmen taşı büyüklüğündeki kediler, ağızlarından alev saçan yedi başlı ejderhalar, dayanıp dayanıp en sonunda orta yerlerinden çatır çatır çatlayan sabır taşları, yarısı kadın yarısı yılan şahmeranlar ve yeşil hotozlu zümrüd-ü anka kuşları masalın bize sunduğu rüya yaratıklarıdır hep. Bu insanlar, hayvanlar ve varlıklar nerede ve ne zaman yaşamışlardır? “Evvel zaman içinde, memleketin birinde...” diye karşılık verir bu sorulara masal. Bazen eğer ola ki yer ve zaman belirtilmişse, olup bitenle gerçek bir bağı olduğu düşünülemeyecek kentler ve tarihlerdir bunlar. Ve tabii aynı şey kişiler için de geçerlidir. Adsızdırlar ya da bir adları varsa eğer, yalnızca anlatıya bir kolaylık ve akıcılık katmak için verilmiştir bu adlar onlara veya belki de amaç belli bir özelliğe ya da farklılığa dikkat çekmektir. Ama, sonuç olarak, güvenilirliği epeyce kuşku götürür bir isim ve bilgi seliyle boğar bizi masal ve ister istemez kaptırırız kendimizi bu önlenemez akışa.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.