Geç Kapıdan Körebe!

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Kelime başlangıçtır, sessizlik son. İkisinin arası ise hep öykü.”

Isobel Fairfax, 1960’lar Britanyası’nın uydu kentlerinden birinde, Lythe’de yaşayan genç bir kız. “Ormanın içinin içindeki” Lythe, öyle sıradan bir yer değil; Kraliçe Elizabeth döneminde feodal bir mülk olarak kurulmuş ve zamanında, William Shakespeare adlı genç bir öğretmeni de barındırmış... Edebiyat meraklısı Isobel ailesinin, komşularının ve köyün garip tarihçesini araştırdıkça kafa karıştıran zaman bükülmelerinin içinde bulur kendini. Gerçeklik durmadan şekil değiştirirken kayıp annesiyle, savaş kahramanı babasıyla ve yakın arkadaşlarıyla ilgili sarsıcı bilgiler de edinecektir.

Ödüllü yazar Kate Atkinson’ın övgüyle karşılanan romanı “Geç Kapıdan Körebe!”, düş kırıklıklarına ve ihtimallere dair bir güzelleme, çarpıcı kurgusuyla unutulmayacak roman.

“Romanı bu denli başarılı kılan, okurun, Kate Atkinson’ın ip üstündeki edebi cambazlıklarını illa anlamak zorunda olmayışı. Çünkü asıl önemli olan, son derece canlı biçimde tasvir edilmiş pek çok karakter ve onların başına gelenler.” - New York Times Book Review

“Görkemli bir edebiyat gösterisi.” - San Francisco Chronicle

Tuhaf Bir Şey

Is-o-bel. Çan sesleri. Isabella Tarantella – delice bir dans. Deliyim, o halde varım. Deli mi? Öyle miyim? Belle, Bella, âlâ, pek âlâ, hiç peşini bırakma. Bella Belle, güzel anlamına gelen, her bakımdan yabancı bir kelime ama ben yabancı değilim. Güzel miyim? Hayır. Görünüşe bakılırsa, güzel de değilim.

Bedenî coğrafyam alışılmışın dışında. İngiltere kadar genişim. Ellerim Göller Bölgesi kadar; Dartmoor Yaylası gibi bir göbeğim ve İngiltere’nin dağları gibi yüce memelerim var. Omurgam sıra dağlar, ağzım Mallyan Spout Şelalesi. Saçlarım Humber Halici’ne aksa taşırır; burnum Dover’da beyaz bir tepe. Özetle, ben bir dev anasıyım.

Ne olduğunu tam olarak söylemek istemiyorum doğrusu ama Ormankent’te garip bir şeyler var. Yatağımda uzanmış tavandaki pencereye bakıyorum. Pencerede hiçbir şey yok. Sadece gök. Şafak söküyor. Bomboş, mavi bir sayfa. Gün, doldurulmayı bekleyen bomboş bir sayfa. Bugün nisanın ilk günü; benim doğum günüm. On altıncı doğum günüm – masallarda, efsanelerde hep bahsettikleri yaş. İçin için bir şeylerin insanı dürtmeye başladığı, oğlanların çıkma teklif ettiği ve cinsel çağrışımlı daha bir sürü sembolün ortaya çıkıverdiği o bilindik yaş. Ama ben bir erkek tarafından hiç öpülmedim daha; tabii Gordon’u saymazsak. Babacan, mahzun öpücüklerini, küçücük bir böcekmiş gibi yanağıma konduruveren babamı yani.

Doğum günümü de tuhaf bir şey muştuladı – rayiha neşreden bir gölge gibi bana yapışıp kalan (sesten ve görüntüden âzade) hoş kokulu bir ruh. Önceleri, ıslanmış alıçlar kokuyor sanıyordum. Tek başına da gayet hüzünlü bir kokudur bu. Üstelik bu sefer, Alıç Çıkmazı’nda kalmayıp gittiğim her yerde beni takip eden, küf kokulu bir esans getirdi alıçlar. Benimle beraber caddelerde yürüyor, misafirliğe gittiğimde bana eşlik ediyor (sonra da benimle birlikte oradan ayrılıyor; hiç kurtuluş yok). Okul koridorlarında yanım sıra uçuşup duruyor ve otobüslerde yanımdaki koltuğa o oturuyor – bu yüzden, otobüs istediği kadar balık istifi olsun, benim yanımdaki yer hep boş kalıyor.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.