- A-Z
- KONU DİZİNİ
- Cogito
- Çizgi Roman
- Delta
- Doğan Kardeş
- Ansiklopedi
- Bilim
- Çocuk Çizgi Roman
- Deneme
- Destan
- Dünya Klasikleri
- Efsane
- Eğitim
- Etkinlik
- Gençlik
- Gezi
- Hikâye-Öykü
- İlkgençlik
- Klasik Dünya Masalları
- Masal
- Mitoloji
- Modern Dünya Klasikleri
- Okul Çağı
- Okul Öncesi
- Oyun
- Resimli Öykü
- Resimli Roman
- Resimli ve Sesli
- Roman
- Romandan Seçmeler
- Röportaj
- Seçme Denemeler
- Seçme Öyküler
- Seçme Parçalar
- Seçme Röportajlar
- Seçme Şiirler
- Seçme Yazılar
- Şiir
- Edebiyat
- Anı
- Anlatı
- Biyografi
- Deneme
- Derleme
- Eleştiri
- Gezi
- Günce
- İnceleme
- Libretto
- Mektup
- Mitoloji
- Modern Klasikler
- Otobiyografi
- Oyun
- Öykü
- Polisiye-Gerilim
- Roman
- Senaryo
- Söyleşi
- Yaşantı
- Yazılar
- Genel Kültür
- Halk Edebiyatı
- Masal
- Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar
- Koleksiyon Kitapları
- Lezzet Kitapları
- Özel Dizi
- Sanat
- Kare Sanat
- Sergi Kitapları
- Şiir
- Türk Şiir
- Tarih
- XXI. Yüzyıl Kitapları
- Sosyoloji - Sağlık
- TEKRAR BASIMLAR
- YENİ ÇIKANLAR
- ÇOK SATANLAR
Ferit Edgü & Yüksel Arslan’a Gençlik Mektupları (1957-72) / "27 Mayıs" Günlüğü (1959-62)
-
Kategori:
Edebiyat / Mektup -
Yazar:
Orhan Duru -
Hazırlayan:
Burak Fidan -
ISBN:
978-975-08-3180-5 -
Sayfa Sayısı:
204 -
Ölçü:
13.5 x 21 cm -
YKY'de İlk Baskı Tarihi:
Nisan 2015
Orhan Duru’nun mektuplarıyla günlüklerinden oluşan bir çifte kitap elinizdeki.
İlkinde, Orhan Duru’nun 1957-72 yıllarında Ferit Edgü ile Yüksel Arslan’a gönderdiği mektuplar var. Burada, daha önce EdgüArslan yazışmaları kitabında da görülen, soyunuk bir dil bulacaksınız. Gençlik arkadaşlığının sıcaklığına, teklifsizliğine, dahası 1950 Kuşağı’nın bu iki yazarıyla bir ressamı arasındaki, bugün büsbütün yitip gitmiş, içtenliklere tanıklık edeceksiniz. Doğan Hızlan’ın önsözünde dediği gibi, mektuplar “Orhan Duru’nun yaratma cehennemindeki günleri”nin adeta bir negatifi.
İkincide ise, yayımlanmamış bir günlüğün 1959-62 yıllarından sayfalar var. Ankara’nın kültürel ve siyasal havasını solurken yaşamyazın sancıları çeken genç Orhan Duru’nun dünyasına sokuluyoruz bu bölümde: Güneydoğu’daki veterinerlik günleri, 1959’da başladığı AÜ Veterinerlik Fakültesi asistanlığı, 27 Mayıs’ta 147 öğretim üyesiyle birlikte üniversiteden uzaklaştırılması, 1961’de “Ulus”ta gazeteciliğe başlaması, siyasi arayışları, yazar dostları, gelecek kaygıları ve büyük yalnızlıkları.
Bu dosdoğru ve sert kitap Burak Fidan’ın titiz bir arşiv çalışmasının ürünü.
Yaratıcılık Üçgeninde Günbegün ve Soluk Soluğa
Ferit Edgü, Orhan Duru, Yüksel Arslan...
Edebiyatın, resmin ve yıllar süren büyük dostluğun bilinen üç büyüğü.
Eserleri dışında onları ne kadar tanıyorsunuz?
İnanmayacağım bir yanıt vermeyin. Tanımıyorsunuz!
Üçü de dostum, üçünün de hayatlarının ana merhalelerini biliyorum. Ben bile onları bu mektuplardan sonra daha derinden tanıdım diyorsam, sizin bu mektupları okumadan vereceğiniz her cevap eksik kalır. Bu mektupları okuyunca, onların yarattıklarını yeniden okumak, yeniden görmek gereksinimi duyacaksınız.
Bir soru sormalı önce; arkadaşlık, dostluk ne demek?
Onlar kadar mükemmelin amansız takipçisi olursanız, arkadaşlık, dostluk denilen kavramın nasıl bir yoğunluk ve boyut kazandığını, söz sanata, edebiyata geldiğinde ise nasıl yok sayıldığının örneklerini göreceksiniz.
Mektuplarda birbirini pohpohlamak yok.
İnandığından, beğendiğinden ödün vermeyenlere dostluk başka bir anlam taşır. Gerçek dost, yaratıcı arkadaşına doğruları söyler, onu aldatmanın/aldatılmanın girdabına çekmez.
Bu mektuplarda özeleştiri denilen kavramın kurallarını da bulacaksınız. Sanırım özeleştirinin Magna Carta’sını onlar yazdı. Eğer özeleştiri kurumlaştıysa, insanları her an iç denetlemeye sevk ediyorsa, bu üç arkadaşımın rolü büyüktür.
1957-1972 arasında Orhan Duru’dan Yüksel Arslan ve Ferit Edgü’ye yazılmış, gönderilmiş bu mektupları, onların yaratım günceleri olarak da niteleyebilirim.
Yaptığınıza, yazdığınıza hayran olursanız, narsisizmin kucağına düşmüş ve kötü işleri bir şey sanma, beğenme tehlikesinin kurbanı olarak edebiyatın Hades’ine düşebilirsiniz.
Ne yaparsanız yapın, hayatta en zalim eleştirmen kendiniz olacaksınız. Kendi kendini övenlere, övdürenlere bu mektupları okumalarını salık vereceğim. Sanırım sanatla böbürlenmenin bir arada yaşayamayacağını öğrenirler.
Yaratırken insanın ruh hali nasıldır? Onun gerilimi, kâğıda, tuvale nasıl yansır?
Yanıtlar gene mektuplarda.
Mektuplar birbirine karşı dürüstlüğün, şeffaflığın sınavından geçmiş.
Orhan Duru, kendisine gelen mektuplara verdiği cevaplarda veya gönderdiği mektuplarda Edgü ve Arslan’a bütün dürüstlüğüyle yazıyor… Şurası kesin ki, onların gönderdiği mektuplar da aynı nitelikteler… Okurunu da, seyredenini de yanıltmadan, aldatmadan, olduğu gibi, yüreklerinden geçeni sansüre uğratmadan yazmışlar.
Birbirlerini eleştirmeleri, değerlendirmeleri de mektupların ayrı bir lezzeti.
İçinde baharatlı sözler de var, o bağlam içinde onlara küfür diyemiyorum, sövgü kelimesi bile karşılamıyor yazılanları. Keskin eleştiri en doğru teşhis. Bunu ancak, söz konusu adların birbirleriyle olan sohbetlerini dinlemişseniz ne demek istediğimi anlayabilirsiniz…
Bilgisayarların icadı böylesine bir mektup edebiyatını yok ettiyse, insanın içinden teknolojiye kızacağı geliyor.
Tiryakilik kelimesini çok severim, tutkunun biraz daha alaturka ve içten olanıdır bence.
Üç büyükler bir tiryakiliği sürdürüyorlar, mektuplar gecikti mi kızıyorlar. Duru’nun cevabı gecikmişse karşı taraf bunu dile getiriyor ki o da sebebini açıklıyor, aynı şekilde kendisine geç yazıldığında isyanını dile getiriyor. Bu mektuplar sadece sıradan bir hal hatır sorma değil, yaratma sürecinin tanıklıkları zira.
1950 Kuşağı’nın 50’nci yılı için sevgili Ferit benim ortak bir yazı yazmamı istemişti. Yazdım. Şimdi de bu mektuplara giriş yazmamı isteyince, bu kez biraz şüphelendim. Ben altında bir edebî hinlik arıyorum, üçümüzü de tanıdığını, bildiğini iddia edersin, ama bu mektupları okuyunca birçok şeyi bilmediğinin farkına varacaksın, diyormuş meğer.
Mahcubiyet duyduğumu itiraf edeyim. Ben de bu mektuplara birer dipnotu yazacağım.
Orhan Duru’nun, Ferit Edgü’nün öykülerini, kitaplarını okuyanlar, mektupların yer aldığı zaman dilimi içinde yarattıklarıyla mektuplarda yazılanların bir karşılaştırmasını yapacak olurlarsa – sık sık söylerim– bazı gizleri açığa çıkarabilirler. Onların çalışmalarını gizli bilgiyle yeniden şerh edebilirler.
Sıhhatin iş’arı değil bu mektuplar, kişisel sanat güncesi. Etkileyiciliği nereden geliyor? Bunlar Olimpos’tan verilen fetvalar değil, hayatla yaratmanın hemhal olmasının yazılı ifadesi…
Bir başka açıdan da mektupları yorumlamak gerekiyor. O dönemde sanatın, edebiyatın durumu nasıldı? Bu ortamda Orhan Duru’nun mektuplarını ve üçlünün karşılıklı olarak yazdıklarını, çizdiklerini nereye oturtacaksınız? Pek fazla çabalamayın. Elbette bazı bağlantılar bulabilirsiniz ama üçünün de özgünlüğü sizi etki hafiyeliğinde hayal kırıklığına uğratabilir.
Batıyı da, Doğuyu da bilirler, hiç durmayan bir beyin öğütücüsünü çalıştırırlardı. En gevşek, sıradan mektubun bile, beynin, beğeninin ve aklın denetiminde olduğunu anlarsınız. Karalamalar gibi gördüklerinizde, bir yazışmanın lezzetini tattırırlar.
Mektupları okuyup bitirdikten sonra, umarım bir özellik dikkatinizden kaçmayacaktır. Üç büyükler arasında, kaliteyi zedeleyen kıskançlığa rastlayamazsınız.
Eleştiriler birikimin derecesini yansıtır.
Mektupların sonuna doğru, Orhan Duru’nun yaratma cehennemindeki günleri, bir yazar hakkında edinilecek en özel bilgilerdendir.
Ferit Edgü’nün Hakkâri üzerine notları, kendi kendiyle Batı’yı gördükten sonra Doğu’yla hesaplaşması doğrusu bir sanatçının kimliği üzerine kafa yoracaklar için iyi bir alıştırmadır.
Sanatın, edebiyatın, yazmanın içinde elbette günlük acılar, sıkıntılar, hastalıklar da vardır. Mektuplarda Duru’nun buna dair satırları, tüm yazılanlara insaniliğin özünü katıyor.
Yaratıcı kişiliklerini ve insan hallerini oyunların arkasına saklamıyorlar. Yazmada içtenliğin kamuflajına tahammül edemeyenlerdenim, hele böyle doğal olanlarını gördükçe kendime daha çok hak verip, bu düşüncemde taviz vermiyorum. Çünkü örneğiyle görüyorum…
Eğer bu mektuplar bu özellikleri taşımasa, kendi açımdan büyük bir iç çöküşü yaşardım, onların okuduklarını da, kendilerini yanlış tanımışım diye hayıflanırdım.
Güç beğenilirlik bir yaratıcının vazgeçmemesi gereken kuralları içinde yer alır.
Mektuplardan yalnız sanatçıların yaratıcılık serüvenlerini, kişiliklerini öğrenmezsiniz, ayrıca onlardan bir yönetmelik de çıkarabilirsiniz. O da eleştirmenlere düşüyor.
Sorgulamak? Bilmem. Bu mektuplar için sıradan bir sözcük. Birçok yazarın izini sürebilirsiniz, iyi bir okursanız tabii.
Bana göre zaman zaman Shakespeare, zaman zaman Kafka, zaman zaman Servet-i Fünun peşine düşeceksiniz. Zenginliğin gerekçelerinden birkaçını size armağan ettim. Diğerlerini siz bulun.
Her özelliğinden öte, mektup türüne katkı yapacak bir toplam.
Doğan Hızlan
Şubat 2015
4 Ağustos 1957, Ankara
Bu mektubu böyle acayip ve insanı dinden imandan çıkaran bir daktilo ile yazmak istemezdim. Ama bu daktilonun hoplayan zıplayan harfleri ve ikide bir uzun atlama yapan dalga motoru ile savaşmak, didişmek, uğraşmak hoşuma gidiyor. Kendimi canavarlarla uğraşan bir Herkül sanıyorum. Herküloid bir tipim zaten aslında. O Monsieur Henri Michaux’ya söyle ineklerle pek uğraşmasın. (Görüyorsun ya daktilo gene bana bir oyun oynadı.)
Sana göndermek üzere bir Harman bir de Hadise gazetesi almıştım. Ama askerler araklamışlar. Şimdi kim bilir nerede? Malum a bayılıyorlar öyle şeylere.
Tevfik’i bu ara yeni asfaltlanan yolları düzeltsin diye silindir olarak kullanıyorlar. Bu işten epey para kazanıyor.
Ankara’da iki tane zenci karı gördüm. Avratlar, ikisi de pek ahım şahımdı. Bayıldım bittim. Birisi hafif çukulata rengindeydi. Memeleri göğsünden fırlayacak gibiydi. Bacakları tay bacağı gibi eteklerinin altında uzanıyordu. Daha çok bu çukulata hoşuma gitti. (Kadından bahsedince daktilonun asabı bozuldu gene. İşi sarhoşluğa döküyor kerata.) O mahut çukulatayı biraz takip ettim. Ve uzun boylu inceledim. Sonra canım sıkıldı ve uyku bastı. Asım var ya o aşağı mahallede bir zenci kadın bulmuş. Fakat beni sorarsan gene eskisi gibi çilli kadınlara bayılıyorum. Birisini görünce aklım başımdan gidiyor. Bir arkadaş Paris’te şahane çilli kadınların bulunduğundan söz açıyordu. Bu yüzden belki Paris’e gideceğim. Gider miyim giderim.
Enayi miyim ben?
Bu arada ben İstanbul’a da gittim.
Artık içki içmiyorum. Bir puro aldım içemedim. Artık hiç içki içmeyeceğim. Manastır var mı Türkiye’de? Barsaklarım tersine dönüyor içince. Sokaklarda dökülüyorum. Asaf, Cumhuriyet gazetesi şiir müsabakasını kazandı. Kendisiyle yapılan röportajda en iyi ressam olarak senin adını anıyor. Benden sana yazması. Çünkü bilirim dünyadan haberin yoktur. Bir Afrikalı nazırın Zenci balesi İstanbul’a gelmiş. Bir fırtına gibi esmişler İstanbul’da. Bu günlerde Ankara’ya da geleceklermiş. Gelmelerini dört gözle bekliyorum. Tam-tam filan çalıyorlarmış ve kadınlar yarı belinden yukarısı çıplak çıkıyorlarmış sahneye. Bu grup bir zamanlar Paris’i falan fethetmiş. Afrika’da yeni kurulan Gana devletinin bir bakanı bu grubun başkanı. Herif bakan, dans ediyor. Düşün bir. Bir gelseler de zevkten gebersem diye bekliyorum. Belki o akşam dut oluncaya kadar kafayı çekerim.
Bu kadarla son veriyorum. Kendine hakim ol. Bir daha miden bulanırsa maden suyu iç. Yani bir bulantı hissedersen ve kusmak istersen Ferit suyu falan değil de gazoz iç. Yahut da en iyisi İngiliz tuzu alıp barsaklarını temizle. Bizim bir Prof., karasevdaya karşı kuvvetli müshiller tavsiye ederdi. Bu söz kulağına küpe olsun. Kusmuklarını Ferit’e gönder. Bana yazıp canımı sıkma. E mi güzel kardeşim Yüksel Arslan.
Şimdi iaşe subayı oldun ha. Sakın askerleri aç bırakma.
Eyvallah. (Daktilo çok heyecanlandı. Senden özür diliyor.) Yüksek bir Türk gencine saygılarımla sunarım.
(Senin bıyıkların olsaydı da Yeni Sabah gazetesinin açtığı bıyık yarışmasına katılsaydın.)