Düğmeler ve Başka Şeyler

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Kırmızı Motorsiklet ve Nisan’ın yazarı Fatma Akerson’dan karakterlerin iç içe geçtiği, zamanın büküldüğü, yalın bir dille kotarılmış has bir roman:  “Düğmeler ve Başka Şeyler”.

Henüz küçükken irili ufaklı, renkli, sedef, yuvarlak, kare, üstü kumaş kaplı düğmelerin cazibesine kapılan Gülşen, hayatında neyle uğraşacağını bilen nadir insanlardandır. Gülşen'in yolu kendisi gibi düğmelere  meraklı  Koray’la kesişir. Ne var ki, yan karakter olarak dahil olduğu hikaye ilerledikçe “esas oğlan” konumuna yükselen Koray, zamanla merak saldığı eski hikayelerin masalcısına, binlerce yıl öncesinden  kendisine ulaşmak için gelen mor harmanili kadının silik bir kopyasına dönüşecektir. 

“Bütün bunlar ve başka bazı şeyler Eylül'ün eliyle havaya çizdiği hayal dairelerinin içinde oluşur. "Şimdi, Eylül de kim? diye soranlar olabilir. Eylül benim anlatıcım. Tabii anlatıcının Eylül olması benim hiçbir şeye karışmayacağım anlamına gelmez" diyor yazar.

Eylül, o sabah çok erken kalktı, güneş daha yeni yeni doğuyordu. Arka bahçeye bakan pencerenin önündeki yazı masasına oturdu ve eliyle boşluğa bir daire çizip içine baktı (önce kendine bir kahve de yapmış olabilir). Dairenin içinde, birbirleriyle kesişen aşk üçgenleri, insanları dibe çökerten kıskançlık dalgaları ya da hiç değilse bir intikam ateşinin yalazlarını görmeyi umuyordu. Hayır, yalnızca bir düğme vardı hayal dairesinin içinde. Bildiğimiz, sıradan, dört delikli bir pantolon düğmesi, lacivert. Biraz daha dikkatli baktı Eylül eliyle havaya çizdiği öykü dairesinin içine. Arkada, belli belirsiz iki düğme daha gördü, aynı tip, dört delikli, yuvarlak, bir santim çapında, biri kahverengi, biri siyah. Toplam üç saçma düğme! Sonra yavaşça, soldan bir el uzandı düğmelere doğru, “o düğmeleri ben üretiyorum” dedi elin sahibi: Gülşen!

Böylesine bir sıradanlığa razı olup olmamaya hemen karar veremedi Eylül. Bu karışık, tehlikeli, gizemli, büyülü, sevinçli ve acılı, garip iniş çıkışlarla dolu dünyada, kendini bir güle feda eden o bülbülün peşinden gitmek varken, lacivert, kahverengi ve siyah düğmeler üreten, saçlarını atkuyruğu yapıp işe gitmek için metrobüse binen şu kızın mı peşinden gidecekti? Gene de, düğme imalatçısı bu kızın serüveni (artık buna serüven denirse) kendini dayatıyordu işte. Eylül bu durumu kendine pek yediremedi, ama galiba bu ikinci sınıf düzyazıya boyun eğecekti. Şimdilik, sıkıntıyla bilgisayarı, hayal dairesini ve arka bahçeye bakan pencereyi kapattı ve ön odaya geçti.

Eylül’ün Hayal Dairesinin İçine Yerleştiremediği:
Ön odanın penceresi denize bakıyordu.

Açık pencerenin önüne çekilmiş olan tül perde rüzgârda hafif hafif titreşiyordu, perdenin gerisinden deniz görünüyordu, perde manzarayı biraz silikleştirmişti. Güneş yeni doğmuştu, ortalık henüz serindi, denizin üstüne güneşin ilk ışıkları vurmuştu, aynen tül perde gibi titreşen silik bir ışık demeti. Bu seher vaktinde deniz öylesine uzayıp gidiyordu, ufka doğru. Eylül yeni bir hayal dairesi kurup denizi hayal dairesinin içine çekmeye çalıştı. Başaramadı, deniz karşısındaydı ve gerçekti.

Eylül’ün Hayal Dairesinin İçinden:
Çalışma odasının penceresi arka avluya bakıyordu.

Küçük bir kız çocuğu. Kırmızı bir elbise giymiş, bebe yakalı, karpuz kollu. Yakanın arkasında, ensede, elbisenin başından geçebilmesi için bir kesik var, kocaman kırmızı bir düğmeyle ve o düğmenin üstünden geçen bir atkıyla tutturulmuş. Küçük kız ensesindeki bu düğmeyi açıp kapatamıyor, eli oraya yetişiyor, ama daha çok küçük, ensesindeki göremediği bu düğmeyi çözmeyi ve iliklemeyi henüz beceremiyor. Yalnızca, başını arkaya atınca düğmeyi hissedebiliyor. Elbisenin önünde, ortada kocaman bir cep var. Bu cebin üstüne de üç tane iri kırmızı düğme dikilmiş. Küçük kız bu düğmelere dokunabiliyor, ama onlar süs düğmeleri, açılıp kapanmıyorlar.

Küçük kızın adı Gülşen, büyüyünce, işe gitmek için metrobüse binen o at kuyruklu kız olacak: Gülşen Hanım ya da bazı müşterilerinin deyimiyle Gülşen Abla, bazen de Bayan Gülşen. Yolu bir yerde, dolaylı da olsa, Eylül’ün bir türlü hayal dairesinin içine çekemediği o denizle ve mor harmanili bir kadınla kesişecek (ya da Eylül öyle olmasını istiyor), ama Gülşen bunu tam olarak algılayabilecek mi, işte burası belirsiz. Zaten işlerin buraya gelmesine daha çok zaman var.

Şimdilik Gülşen anlatıyor:
“Ananem düğme toplardı. Harika bir teneke kutunun içinde dururdu düğmeler. İrili ufaklı, rengârenk düğmeler. Yuvarlak, kare, üçgen, üstü kumaş kaplı ya da resimli, parlak, mat, sedef... Bazı düğmelerden yalnız bir tek tane vardı, bazılarından ise yedi-sekiz tane. Çok sayıda olanlar artık giyilmeyen eski bir yün ceketten sökülmüş olurlardı. Çok yalvarırsam, ananem teneke kutuyu açar, hazinesini yemek masasına yayılmış bir gazetenin üstüne boşaltırdı. Beni de masanın başına oturtur, boyum yetişsin diye altıma kalınca bir kadife yastık koyar (bu iş için kullandığımız, rengi solmuş turuncu kadifeden bir yastığımız vardı), cafcaflı bir düğme seçer, “ara bakalım, bundan başka var mı?” derdi. Arardım; çoğu zaman bir ya da iki tane daha bulurdum. Sayı saymayı böyle böyle öğrendim. Sınıflandırmayı da. Çünkü ananem hep bir örnek düğmelerin ayrı ayrı kutulara konmasını, böylece hazinesine bir düzen getirilmesini isterdi. Ama o kadar çok düğme vardı ki ve hepsi de birbirinden o kadar farklıydı ki, bu ayırma işlemini gerçekten yapabilmemiz için pek çok kutumuz olmalıydı. Kutuların da birbirinin eşi olmasını şart koşuyordu ananem. “En aşağı otuz dokuz tane filan gerekli” demişti bir keresinde. Ben o zaman daha otuz dokuza kadar sayamıyordum, “yani çok” dedimdi. Evimiz çok küçüktü, otuz dokuz kutuyu dizebileceğimiz özel bir raf için yer yoktu. Hem sonra birbirinin eşi otuz dokuz kutuyu nereden bulacaktık? Bir başka sorun da, hangi kutunun içinde hangi düğmelerin bulunduğunu nasıl anlayacağımızdı. Ananem cam kutu sevmiyordu, “düğme dediğin teneke kutuda durmalı” diyordu. O zaman birçok küçük teneke kutumuz olmalıydı, ama dikmek istediğimiz bir düğmeyi bulabilmek için tüm kutuları teker teker açıp içlerine bakmak gerekecekti, bu da ananemin işine gelmiyordu. “Aslında yapılabilir”, demişti bir keresinde, “Teneke kutuya minik bir pencere açılabilir, düğmelerin o delikten düşmemeleri için içerden bir parça mika yapıştırılabilir, o zaman kutuyu şöyle bir sallayınca hemen görürsün kutuda ne var”. Ama bu çok kolay gerçekleştirilebilecek bir iş değildi. Çok sayıda bir örnek teneke kutu bulunacak, bazı düğmeler daha iri olduğundan, kutuların tasarımı bir örnek olsa da, aralarında boy farkı olacak, hepsine pencere açılacak, pencere içerden ananemin o “mika” dediği şeyle kapatılacak, düğmeler türlerine göre ayrılacak, kutulara yerleştirilecek, arada bir mika pencereler tozlanacağı için, açılıp temizlenecekler, sonra bunları yerleştirecek bir raf yaptırılacak... Evde kimse, yani ne annem ne de babam böyle bir işe girişmeye yanaşmıyordu. Ben ananemden yanaydım, böyle bir rafımız olsaydı, üstü boy boy, ama bir örnek kutularla dolsaydı fena mı olurdu?

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.