Ceviz Ağacına Kar Yağdı - Bütün Öyküleri

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Selçuk Baran (1933-1999), 1968’de Yeditepe’de çıkan ilk öyküsü “Çocuğun Biri”nden son yazdıklarına kadar, bir başka önemli öykücümüzün, Tomris Uyar’ın saptamasıyla “ne kadar küçük insanlar olsalar da” “büyük serüvenler, büyük aşklar, büyük ölümler özleyen” ama “çevrenin, ailenin, geleneklerin baskısıyla sindirilmiş” kişileri yazdı. Bugün, sadece yazdıklarıyla değil, son yıllarında inatla susuşuyla da tanınıyor. (Oysa daha ilk kitabı Haziran ile 1973 TDK Öykü Ödülü’nü kazanmış, Bir Solgun Adam ile 1974 Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nda mansiyon almış, Anaların Hakkı ile 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Adnan Özyalçıner’le paylaşmış, Bozkır Çiçekleri ile de 1979 Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nda mansiyon kazanmıştı). Selçuk Baran’ın görebildiği son iki kitabı (Arjantin Tangoları, 1992; Porselen Bebek, 1996) yayınevimizden çıkmıştı. Şimdi bütün öykülerini içeren bu kitapla, çok erken, beklenmedik bir zamanda susmuş bu önemli yazarımızı bilenler hatırlayacak, bilmeyenler tanıyacaktır diye umuyoruz.

Odadaki

Ellerine bakıyordu adam. Ne de ağırdılar yorganın üzerinde! Etleri iyice erimiş, yalnızca saydam, sedef rengi, ama donuk bir deri kalmıştı. Gene de hantal bir ağırlık içinde güçsüzdüler. Gözlerini kapadı mı daha bir duyuyordu, dirençsiz, kendini koyvermiş ağırlıklarını. Ellerini oynatmaya çalıştı yavaştan. Orada, beyaz çarşaflı pembe yorganın üzerinde kendinin değillermiş gibi kıpırdanıyorlardı. Ellerini, hep kimseler yokken oynatırdı. Başkalarının, bu ellerin artık onun olmadığını bilmelerini istemezdi de ondan. Utanılacak bir şeydi insanın bir zamanlar kendinin olan ellerini yitirmesi. Ayakları ellerinden de uzaktaydı. Ayaklarıyla ilgilenmeyi çoktan unutmuştu. Onları kıpırdatmaya hiç uğraşmazdı. Yatağın ta öbür ucunda iki uzun yabancı şey... Bütün anlamını yitirmiş.
Kadın odaya girdi. Yatağın başucunda duran küçük masadan boş bardağı aldı. Adama bakmadan çıkmak üzereydi. “Otursana biraz,” dedi adam. Hep öyleydi. Odaya girenler, yüzüne bile bakmadan, gözle görülür bir aceleyle işlerini bitirir, sonra gene başları önlerinde, çıkar giderlerdi. Unutuluyordu yavaş yavaş. Onun ayaklarını unuttuğu gibi, ötekiler de adamı unutuyorlardı. Kadın bir an duraksadı. Elindeki bardağı tekrar masanın üzerine bıraktı. Yatağın kenarına ilişti. Elleri çaresizlik içinde, ayaları yukarı doğru çevrik duruyordu kucağında. Umutsuz, boynu bükük bir bekleyişti bu. Gene de adam, kadının durgun ellerindeki hafifliği ve kıpırdama gücünü sezdi.
Kadın eğreti bir oturuşla önüne bakıp bekliyordu. Hemen gidiverecekti sanki. İstediği anda da topuklarına dayandığı gibi fırlardı yerinden. Belki elleriyle yatağın kenarına şöyle bir abanırdı, o kadar. Oysa adam kımıltısız ağırlığıyla bütün bütün döşeğine gömülmüştü.
“Şu üst camlar,” dedi birden sızlanarak.
“Ne olmuş?” diye çıkışıverdi kadın. Daha çok kendini savunur gibiydi. “Sonra kokuyor oda. O kadar temizliyorum seni. Ovmaktan derilerin soyuluyor. Gene de buranın eski, yağlı kokusunu gideremiyorum. Varsın camlar açık dursun, ne çıkar? Hava daha öyle ayazlamadı ki...”
“İyi, iyi,” dedi adam, kısa kesmek istercesine, “açık dursun!”
Bir süre boş gözlerle karşı duvara baktı. Sonra birden: “Naciye’ye ne oldu?” diye soruverdi. Şaşaladı kadın. Yüzü karıştı. Kirpiklerinin dipleri kızardı. Büyükçe bir yutkundu: “Bu da nereden geldi aklına?” dedi. Sesi titriyordu. “Unuttun mu? Naciye öldü.” Üzülmedi adam. Karşı duvara bakmaktan da geri durmadı. “Ben sokakta oynuyor sandımdı,” dedi yalnızca. Kadın acısına rağmen güldü. “Sokakta ne işi var?” dedi. “Yaşasaydı gelinlik kız olmuştu şimdi.” Kadının gözleri hâlâ kırmızıydı ya, adam Naciye’yi çoktan unutmuştu. Kadın boş bardağı aldı, odadan çıktı.
Günbatımıydı. Üst camdan dışarının sesleri doluyordu odaya. Akşama doğru sokak öyle patırtılı olurdu ki... Okuldan çıkan çocuklar, dükkânlara mal dağıtan kamyonlar, simitçiler, bir de işten dönen adamlar... Sokaktan gelen sesler birbirine karışıp adamın kulağına çarpıyor, sonra onun oda dolusu yaşantısında hiçbir kipırtı yaratmadan yere düşüyordu. Ayrıntıları, özellikleri, yeni yeni inmeye başlayan sisle birlikte, yüklü akşam havasında eriyip gidiyor, kafasında belirsiz bir uğultu halinde tozlaşıp kalıyordu. Karısı, arada camdan bakıp avunsun diye yatağını pencerenin önüne çekmişti ya, dışarısı adamı hiç ilgilendirmiyordu. Dünya; sesleri, renkleri, acıları, sevinçleriyle çoktan bırakıp gitmişti onu. Oda kapısının gerisinde kalan her şey yabancıydı. Karısı bile. Kapıdan her girişinde, onu yeni baştan tanıyordu. Sonra çıkıp gidince, o da sokak gibi yabancılaşıyordu. Bu yüzden çişi gelince karısına seslenemiyordu. Kapının ardındaki yabancıyla böyle şeyler konuşulmazdı. Utanıyordu daha doğrusu. Utanıyordu da bırakıveriyordu çişini. Karısı odaya girip fark edinceye dek ıslakta bekliyordu. Sonra kıyamet kopuyordu. Söylenip duruyordu kadın. Hiç susmayacakmış gibi. Ama sonunda nasıl olsa susuyordu. Adam, bunu bildiğinden, karısı kızıp dururken aldırmıyordu.
“Tanrı aşkına dur Naciye!”
Bir çocuk sesi olanca gücüyle odanın boşluğuna düşüverdi ve adamın bütün bilincine yayıldı. Portakal büyüklüğünde, ama her şeyi yerli yerinde bir dünya gibi... Adam ellerini yorganının üzerinde unuttu. Uzak duvarlara baktı. Sevinçsiz bir tohum çatlaması, ardında karanlık esintilerle pırıl pırıl masmavi bir perdenin aralanması gibi bir şeydi bu. Çocuk sesi sustu. Cevap veren olmadı. Sokak, akşam karanlığında eski patırtısıyla karmakarışık, anlamsız, büyüye büyüye uzaklaşıyordu.
“Tanrı aşkına dur Naciye!” Belki kızın Naciye’den isteyeceği şey pek önemsizdi. Odanın yüreğine mavi ışıltılı bir bıçak gibi saplanıveren bu yalın tümce, bağırtının gırtlağa böylesine sürtünmesi, o ince çocuk sesinin genişliğinin, bu yüksek titreşime dayanamayıp çatlamasından başka bir şey değildi. Ama neden bağırmıştı öyle? Kara renkli okul giysisi, kocaman beyaz pike yakasıyla kız beliriverdi karşısında. Örgüleri, tatlı bir umursamazlıkla omuzlarından aşağıya iniyordu. “Gene de üstüne varmaya görün, başının şöyle bir dönüşüyle ilk başkaldıracak onlardır,” diye düşündü adam. Sonra da “Naciye sana ne yaptı, Naciye ne yaptı sana?” diye bağırdı. Kadın elinde örgüsüyle kapıda göründü. “Ne var?” diye sordu, “Gene mi Naciye?” Onun ortaya çıkıvermesiyle kız yok olmuştu. Kadın örgüsünü masanın üzerine bıraktı. Yatağın kenarına oturdu. Adamın alnında terler boncuklanmıştı. Güçlükle soluyordu. Yüzünün derinliklerine sığınmış gözleri şimdi iri iriydi. Kadın adamın terini sildi. “Ne var?” diye tekrarladı sorusunu, daha bir tatlılıkla. “Çocuk...” dedi adam. Biraz durulmuştu. “Deminki kız... Duymadın mı? Tanrı aşkına Naciye dur, diye bağırdı.”
“Ne çıkar bundan?”
“Ama Naciye durmadı.”
Kadın inanmıyordu. Ona inandığı yoktu zaten. Söylediklerini doğru dürüst dinlemezdi bile. Ama Naciye durmamıştı. Belki de bunu adamdan başka bilen yoktu. Çaresizlik içinde inledi. Elleri, o ağır, hantal elleri iki yanına düşüverdi. Kadın, adamın terden sırsıklam olmuş yanaklarını okşadı. “Hadi, hadi uzatma,” dedi sonra da, işe yarar bir şey söylüyormuş gibi, “burada bir başına kötü kötü kurup duracağına, pencereden baksaydın ya. Dur, ışığı açayım. Sonra da yemeğini getireyim. Ispanak böreği yaptım, seversin.” Yerinden kalktı. Kapıdan çıkarken “yaşasaydı, gelinlik kız olmuştu şimdi,” diye söylendi. Düğmeyi çevirip ışığı yaktı. Tanıdığı eşyalar adamın gözü önünde bir kez daha biçimlendi. Ama kırmızı kurdeleli kız görünmedi. Besbelli gelecek hali yoktu. Yukarılarda, çıplak ampulün çevresinde, halka halka bir uğursuzluk döneniyordu.
Ellerine baktı adam. Ne çağırıştı o? Küçücük, minicik bir insanın son seslenişi, çaresizliği içinde son umudunu koyvermemek için giriştiği son savaştı bu. Ve karısı anlamıyordu. Pencereden bakmakla her şey çözümlenecek sanıyordu. Yatağını pencerenin önüne çekmişti ya, adam ille bütün gün pencereden baksın, dursun istiyordu. O pencereden baksın, kadın da onu rahatça unutsun. Ama bakmıyordu işte. Hınzırlığından filan değil, canı istemiyordu. Tabanlarında taşları, tepesinde güneşi duyamadıktan sonra ona neydi sokaklardan? “Ben kımıldanabilsem bile bir şey fark etmezdi,” diye düşündü, acı acı. Olayın karanlık kişisi Naciye’ydi. O çok eski masallardaki kötü kişi. Ama suçsuz... Çocuktu o... Ona suç işletecek anıları bile yoktu. Olsa olsa o körpe damarlarda akan kanda birkaç damla... Atalar kalıntısı. Bunca uzağı kim suçlayabilir?
Kadın yemek tepsisiyle içeri girdi. Adam masanın üzerinde duran saate baktı. İlk kez yemek zamanını unutmuştu. Sokak, sokaktaki küçük kız onu öylesine kendine çekmişti.
Ispanak böreği mis gibi kokuyordu. Ama Naciye, bir de kırmızı kurdeleli kız, yumruk gibi tıkanıp kaldılar boğazına. Ucuna börek takılı çatalı kımıltısız eliyle itti. Kadın şaştı, kaldı. “Hani severdin ıspanak böreğini?” dedi, “İstemiyor musun yoksa? Öğleden kalma çorba var. Isıtayım mı?” Adam cevap vermedi. Küskün gibi duruyordu. “İstersen camı kapatırım,” diye yeniden denedi kadın, “bir daha da açmam. Ama yemeğini ye!” Adam sessizliğiyle direniyordu. “Naciye çoktan öldü. Bak, ben bile unuttum onu. Günahsız gitti yavrucak. Yüreği acılarla burkulmadan... İçine kötülük girmeden... Geldiği gibi tertemiz gitti. Hem ne olacakmış? Herkes ölüyor. Günümüz geldi mi biz de öleceğiz.”
Kadın çatalın ucunda börek, bocalıyordu. Sonra adamın çoktan kuruduğunu sandığı gözlerinden inen yaşları gördü. Ağlıyordu adam. Kızmadan, üzülmeden, haykırmadan ağlıyordu. Yaşlar, derileri kabuk kabuk kalkmış, yağlı, kırmızı yüzünden aşağı sanki utanır gibi ağır ağır iniyordu. Bir an çenesi büzüldü kadının. Sonra çabuk toparlandı. Yerinden kalkıp pencerenin üst camlarını kapattı. “Belli olmaz,” dedi kendini zorlayarak, “bakarsın, yarın çıkar gelir Naciye... Hadi sen yemeğini ye şimdi.”
Adam belli belirsiz gülümsedi. Kadının tepsiyi tutan elini okşamak istedi, beceremedi. Daha bir ağırlaşmıştı elleri. Akşamları öyle olurdu hep. Onun yerine, ağzını çatala doğru uzattı.

1966

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.