Cam

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Edna. Yalnız, aklı karışık, cümleleri yarım, küskün bir kadın. Bunlara rağmen, belki de bunlar sayesinde ilginç bir hikâye anlatıcısı.

Merhum kocası Clarence’ın romanını yeniden basan yayınevi ondan bir önsöz isteyince, dolabın dibine tıktığı daktiloyu çıkarıp yazmaya başlıyor. Bugünü ve geçmişi, yaşadıklarını ve kurguladıklarını... Bugünü yaşlılık, yalnızlık, komşusunun evindeki bitkilere, akvaryuma ve sesi sinirini bozan faresine bakma görevi demek. Geçmişi ise birbirinden ilginç karakterlerin resmi geçidi, her bakımdan sıradışı bir yaşam yolculuğunun dökümü adeta.

Birbirine eklenen paragraflarla Edna’nın belleği adeta bir mozaik gibi şekle bürünüyor. “Cam”, maceralı bir evliliğin ve sınırlarını zorlayan bir zihnin renkli resmi, okurda iz bırakacak türde bir resim.

“Edna benzersiz bir karakter, okuru esir alıyor. Zorlu bir öykü anlatıyor: Mesafeli ve eleştirel bir kadın, hafızası yavaş yavaş silinen bir resim gibi. Anıları duygu dolu olmasına karşın, Edna özellikle yalnızlığı ve bıkkınlığı, yüzleşilmesi güç olan ayrıntıları anlatıyor.”  Carolyn Kellogg, The Los Angeles Times

“Çarpıcı bir roman. Cam hem etkileyici biçimde anlatılmış bir hayat hikâyesi hem de yaşlılığa ilişkin ayrıntılı bir tefekkür.” Minneapolis Star Tribune

“Cam, başarıyla anlatılmış bir hikâye olmasının yanı sıra, etkileyici bir felsefi metin. Sunduğu bakış açısıyla benzersiz bir deneyim ve unutulmaz bir kitap.” January Magazine, Best of 20

Çok düşünüyorum. Çok fazla düşündüğümü söylerdi Clarence, ağzından dökülen zırvalara karşı çıktığımda, özellikle de birkaç tane yuvarladığı zaman. Şu anda buna girmeyeceğim, içki içmesine ya da zırvalamasına yani, çünkü şu anda Clarence’ı düşünmüyorum, ondan söz edebilmek için düşünmem gerektiği kadar düşünüyorum, o hariç – biri hakkında o manada düşünmeden o kişi hakkında konuşamazsınız sonuçta. Aslında düşündüğüm şey seyahatti, gerçi onu da potansiyel bir eylem (otobüs terminaline koşturmak falan ya da hatta renkli broşürlere bakmakla yetinmek) olarak düşünmüyordum, sanki istediğim zaman geziye çıkabilirmişim gibi, gerçi bir geziye çıkmayı gerçekten isterim de, yani gezi gibi bir şeye çıkmayı isterim bir bakıma. Bu şekilde istemek, onu öngörülebilir hiçbir eyleme bağlamadan arzulamaktır – umutsuz arzu, böyle denebilir sanırım. Bu türden bir arzu için kullanılabilecek sözcük heves olsa gerek. Bu günlerde heveslerimin arttığını anlıyorum; bunlardan biri de seyahat etme hevesi, bir yerlere doğru yolculuğa çıkmaya dair umutsuzca bir hasret. Fakat üzerine biraz daha düşününce heves bile fazla keskin bir ifade olabilir gibi geliyor, bu fikir bile cılız bir etki uyandırıyor, son günlerde korkunç derecede cılız. Katı gerçeği itiraf etmem gerekirse, umutsuz ve imkânsız bir şey olarak bile seyahat etme arzum falan yok, bu aralar olmaz, tam da yeniden yazmaya henüz başlamışken olmaz. Bu daha çok şöyle bir şey; geziye çıkacak olsam gitme ihtimalim olan yerlerin hayalini kurmayı seviyorum bazen ve birkaç dakika önce, Clarence çağırılmadığı halde aklıma gelerek dikkatimi dağıtmadan önce yaptığım şey de buydu. Pencere kenarındaki, kahvaltımı yaptığım, şu anda üzerinde daktilonun bulunduğu küçük masanın başında oturuyordum. Tabii ki hâlâ orada oturuyorum. Duruşum dik, dirseklerim açık, kollarım hafifçe aşağı sarkmış; üzerimde mavi bir elbise var. Clarence’ın yanı sıra her tür öğeyi yazmak niyetindeyim ve bunların arasında aklıma hemen geliveren bir şeyler olmasını bekliyorum. Böyle söylüyorum ve kafamda biriken devasa yığının içindeki tek öğenin Clarence olduğunu fark ediyorum. Bunu söylemeden önce –az önce farkına varmadan açıkladığım gibi– Clarence’ı o anlamda düşünmemiştim. Masa küçük ve yuvarlak, aşağı doğru incelen ahşap bacakları var, üstü formika. Kahvaltımı hep burada yapıyorum; çünkü pencereler doğuya baktığından, kahvemi alıp buradan güneşin doğuşunu seyredebiliyorum. Güneş dondurma fabrikasının üzerinden ışıldayarak yükselir, ışık büyük pencerelerden içeri süzülür ve ben ilk küçük yudumumu alırım. Bazen ilk yudumla birlikte aklıma “ışıltı” sözcüğü gelir ve orada ışıldar. Sanırım insanlar hayatın küçük zevklerinden söz ettiğinde böyle anları kastediyorlar. Güneş yükselir, dondurma fabrikası gürler ve ben bazen bu gürlemenin doğan güneşin sesi olduğunu hayal ederim, çocukken bayıldığım bir Kipling şiirindeki körfezin öte tarafından Çin’den yükselip gök gürültüsüyle söken şafak gibi. Bu odadaki bütün pencereler doğuya bakıyor fakat gün ışığı sadece bir tanesinden içeri akıyor, üç pencerenin ortasındakinden, çünkü diğer iki tanesi büyük ölçüde notlarla ve bant parçalarıyla kaplı ve gün ışığı aralarından sadece sızıyor, birkaç verev ışın açıklıkların arasından zorla girerek yere düzensiz desenler düşürüyor. Rudyard Kipling caddenin öte tarafındaki dondurma fabrikasının üzerinden yükselen güneşi görebilse eminim hayal kırıklığına uğrardı. Güneşin yerini tam olarak bilemediğim yoğun bulutlu günler de oluyor ve ben böyle günlerde üzerimde öyle bir baskı hissediyorum ki devam etmek anlamsızmış gibi geliyor; hele de son yıllarda sıklıkla olduğu gibi bulutlu günler birbiri ardına gelince işler öyle bir dar boğaza giriyor ki vara yoğa ağlarken buluyorum kendimi. “İşler”den kastım çoğunlukla düşüncelerim. Bir sabah buzdolabını açıp süt kalmadığını görmek bir sebep mesela; oracığa oturup bir ağlama tutturuyorum. Uyandım, yine yağmur yağıyordu. Yatakta uzanıp yağmurun düşüşünü dinledim ve birkaç dakika sonra kahvemi alıp pencerenin yanındaki büyük koltuğa kıvrılacağımı düşünerek kendimi rahatlattım, kendimi dışarıda yağan yağmura bakarken, kuru ve sıcak olduğum için şükrederken hayal ettim. Sonra yarı karanlıkta kalkmak, mutfağa doğru yürüyüp sütün ekşidiğini fark etmek ve kahveyi sütsüz içmek zorunda kalacağımı ya da bu yağmurda markete gideceğimi bilmek... doğal olarak oturdum ve sadece ağladım. Masanın dışında bir de koltuğum var, koltuğun önünde de bir puf, sonra küçük bir kanepe, kitaplık, üzerinde telefon duran küçük bir köşe sehpası, masanın yanında iki tane sırtı düz sandalye; radyoyu (koltuğun yanındaki pencere pervazında duran sarı Sony) saymazsak oturma odasındaki bütün mobilya bundan ibaret. Koltuğa oturunca ayaklarımı pufa uzatıyorum, ayak bileklerim şiştiği için böyle yapmam söylendi, ancak ben bu yüzden yapmıyorum – böyle daha rahat olduğum için yapıyorum. Oturuyorum ve dizlerimdeki tümseklerin arasından ayaklarıma bakıyorum, mavi damarlı deltalara sahip nehriyle son yıllarda hüznü artan bir manzara. Zambezi ve, sanırım, Magdalena nehirlerini teşhis etmeyi başardım ama ikincisini daha iyi bir atlastan doğrulamam gerekiyor. Koltuk kahverengi kadifemsi bir malzemeyle kaplanmış, tabure de kahverengi fakat koltuğunkinden daha farklı bir kahverengi, pufa uzattığım ayaklarım tombul tombul, pul pul olan derinin altı son zamanlarda sünger gibi oldu, parmağımla bastırınca çukurlar oluşuyor. Çocukken babamın bir defasında annemin kahverengi odada1 olduğunu söylediğini duymuştum ve babam ne acayip bir şey söylüyor, diye düşünmüştüm; çünkü annem garajın önünde arabasında oturuyordu. Bu ifadeyi o zamandan beri, zihnimde canlandırdığı komik resimler yüzünden çok severim ama bunu yüksek sesle söylemiyorum tabii çünkü şu sıralar konuştuğum insanların hiçbiri bunun anlamını bilmiyor, yine de ben kahverengi koltuğumda otururken zaman zaman bunu düşünüyorum.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.