Buda’da Bir Boşanma

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

"Eszter’in Mirası" adlı kitabı daha önce Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Sándor Márai, bu kez "Buda’da Bir Boşanma" adlı eseriyle Türk okuruyla buluşuyor. Kitap, Budapeşte’de iki dünya savaşı arasında yaşanan iç içe geçmiş yaşamları anlatıyor...
Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı sarsıntıyı henüz atlatamamış, dağılmış bir ülke. İkinci Dünya Savaşı öncesi Budapeşte. Hukukçu bir aileden gelen geleceği parlak Yargıç Kömives elindeki boşanma dosyalarını incelerken içlerinden biri dikkatini çeker: Gençliğinden tanıdığı doktor Greiner ve karısının boşanma davasıdır bu. Yargıç, doktorun karısıyla da evlenmeden önce birkaç kez karşılaşmış, aralarında belli belirsiz bir çekim doğduysa da bir ilişkiye dönüşmemiştir. Kömives daha boşanma davası göremeden o akşam evine döndüğünde davetsiz bir misafirin kendisini beklemekte olduğunu öğrenir. Onu bekleyen bizzat Doktor Greiner’dir ve ona anlatacakları vardır, hem de sabaha kadar...

Eylül ayı kavurucu sıcaklarla birlikte gelmişti. Mevsimin artık sonbahara döndüğü bir akşamüzeri, gündüz sıcağının bunaltıcı etkisi henüz tam olarak kaybolmamışken, genç yargıç Kristóf Kömives bürosunda elindeki boşanma davalarını inceliyordu.

Davalardan biri yargıcın özellikle ilgisini çekmişti. Çünkü davanın taraflarını, uzaktan da olsa, tanıyordu. Üç gün sonra gerçekleşecek olan duruşmada karısının boşanma davası açtığı genç koca, başkentin ünlü hastanelerinden birinin laboratuar şefiydi. Genç doktor, bir zamanlar Kömives’in okul arkadaşıydı. Ortaokulun ilk sınıflarını birlikte okumuşlardı. Daha sonraları da üniversite yıllarında, balolarda, toplantılarda zaman zaman karşılaşmışlardı. Yargıç bu alçakgönüllü ve uysal okul arkadaşına hep nedensiz bir sempati beslemişti. Şimdi dosyalarına bakarken, doktor çok net bir şekilde gözlerinin önünde canlanıyordu: Büyük bir otelin görkemli salonundaki artık modası geçmiş üniversite balolarından birindeki haliyle, yirmi iki yirmi üç yaşlarında... Yüzünde sıkılgan bir gülümseme ve bu sosyete hayatının parlak ışıklarına bir türlü alışamamış olmanın çekingenliğiyle çevresindeki beyefendilerin, iyi niyetli, ama bir o kadar da üstenci sorularına yanıt verme gayreti içindeydi. O zamanlar henüz mesleğe yeni başlamış olan kendisi de grubun içindeydi. Uzun yıllar görmediği, ama burada karşısına çıkıveren, bu çok da yakından tanımadığı eski okul arkadaşına karşı içinin sempatiyle doluverdiğini duyumsamıştı. Birden ortaya çıkan ve nedeni belli olmayan bir duyguydu bu. Ama ardından da sanki aralarında tanımlanması ve aşılması güç bir engel varmış gibi, âdet yerini bulsun diye söylenilen birkaç nezaket cümlesinin ardından, kibar gülümsemelerle birbirlerinden ayrılmışlardı. Bu garip buluşmalar ve yakınlaşma girişimleri değişik yerlerde tekrarlanmıştı; bazen sokakta karşılaşır ve birbirlerine nasıl sevindiklerini gösteren tebessümler gönderirlerdi; ama bunu yaparken, bu buluşmadan da bir şey çıkmayacağını gayet iyi bilirlerdi. Birbirlerinin elini hararetle sıkar, çok da rahat olmayan bir ifadeyle bir şeyler mırıldanırlardı; evet sanki hep “başka bir şeylerden” konuşur gibiydiler! Başka bir şey mi? Peki ama ne? Yargıç düşüncelere daldı. Yerinden kalkıp pencerenin önüne gitti.

Tutukevinin bahçesinden yola çıkan bir yük arabasının tekerleklerinin sesi açık pencereden içeri süzülüyordu. Gardiyanların komutları yükseldi, ardından bazı ağır nesnelerin, büyük bir olasılıkla çuvalların yere düşüşü ve insanların onların çevresindeki hareketleri duydu. İşyerindeki odasının penceresi, yandaki tutukevinin, üzerinde yer yer gözetleme delikleri olan yüksek duvarına bakıyordu. Kariyerinin henüz çok başlarında, terfi merdiveninin henüz en alt basamaklarındaki bir memurdu. İşyerinde bu çok da konforlu olmayan, yazın boğucu, kışın da hele öğleden sonra kapkaranlık olan bu odaya layık görülmesi normaldi. Sokak tarafındaki ferah ve geniş odalar elbette kendinden daha kıdemli yargıçlara ayrılmıştı. Aslına bakılırsa bu durum onun için de gayet normaldi. Aşağıdaki avluda mahkûmlar bir arabadan indirdikleri çuvalları sırtlarına yüklüyor, sonra da tek sıra halinde mahzenin kapısından girip kayboluyorlardı. Yargıç üç yıldır bu odada çalışıyordu ve her gün birkaç dakika tutukevinin avlusunda olup bitenleri izlemeyi âdet edinmişti. Mahkûmlar burada havalandırmaya çıkarılıyorlardı. Görüşme günlerinde tutuklular ya da mahkûm yakınları bu avludan geçerlerdi. İfadesi alınacak ya da mahkemeye çıkarılacak tutukluların adliyeye geçiş güzergâhı da burasıydı. Bu manzarayı artık en ince ayrıntısına kadar tanıyordu. Bu kederli dünya onun için bir yenilik taşımasa da, paydos öncesi şurada durup biraz aşağıyı seyretmediği gün neredeyse yok gibiydi. Pürdikkat aşağıya bakardı. Sanki bir şeyi bilincine kazımak ister gibiydi. Tutukevinin bahçesinde her an, fabrikayı andıran bir sistemlilik de olurdu. Her gün dakikası dakikasına aynı şeylerin tekrarlandığı bir hayattı bu. Aşağıda yaşananlar, buna yabancı olanların sandığı gibi, ürkütücü ve korkunç da değildi. Belki sadece ümitsiz ve kederliydi... Tutukevinin tam karşısındaki duvarı ve avluyu, işte her gün bu duygularla seyrederdi.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.