Bir Çağ Yangını

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Alevlerin çocuklarıyız. Yangınlarda doğan, yangınlarda ölen bir kuşaktan sürüyor soyumuz. Yakın tarihimiz yangınların da tarihi. Yakmanın ve yakılmanın. Bu tarih daha ne kadar sürecek bilmiyoruz ama Bir Çağ Yangını bir "kehanet romanı" gibi Türkiye'yi saran yangını anlattığında 1981 Abdi İpekçi Ödülü'nü almıştı. Bir öncü anlatım örneği olarak Bir Çağ Yangını edebiyatımızda seçkin yerini her zaman koruyacak romanlar arasında. "Yoksa kim girişecek acıların sayımına? Buna hakkı olanlar kimler? (...) Öldürülerin tutanağına kim başlayacak? Nedenini kim anlatacak? Ölüleri kullanmadan kim yapacak bunu? Kim hepsini kucaklayacak? Kim söyleyecek hepsinin kanında yüzdüğümüzü? Dünyada onlarla ilgisi olmayan hiçbir şey kalmadığını kim söyleyecek?"

1. Ömer, bir sevgiydi. Onu kuşatan ten, gencecik ve kumral düşünceleri, Nisa'nın şu koskoca dünyada babasını bile bir yana bırakıp yalnızca Ömer'le konuşması, sokaklarımız ve canlarımız karanlığa inince ta uzaklardan bile görünen ışığı Ömer'in, evin her biri ötekinden garip, kimsesiz gecelerinde o sevgiye kimi zaman çıldırmış merakların, kimi zaman düpedüz ve doludizgin kösnümenin, kimi de hepimizi, hepimizi birden kurtarma çabasının yön verişi, şaşılacak şeyler değil... Bu evde kim varsa, ne varsa, yaşamları ve ölümleriyle hepsi cehennem közleri de, Ömer yolunu şaşmış bir melek. Alevlerimize dingin bir bakışla giriyor. Gökteki gümbürtülü ve ışıklı çakıntılar ürkütmüyor onu. Göğümüzdeki. Evet kurtarmak istiyor bizi, ama anlamak istemiyor. Ömer'i bulmuşken de böyle yakınmak arsızca bir yetinmezlik midir nedir! Bazı sayfaları hışırdatıyor. Kâğıtlarda ince sesler, cızırtılar çıkartıyor. Öğrenmesi hiç bitmediği için de kağşamış bir umutsuzlukla çocuksu bir umut arasında koşup duruyor. Konukları oluyor. Evin başka hiç konuğu olmuyor. Tanımadık insanlar geliyor odasına. Konuşuyor. Gülüyor. Anlatıyor. Dünya kendisininmiş gibi davranıyor. Bu sanıyı paylaşıyor birileriyle. Nisa, merdivende dikiliyor. Ben her yöne birden parçalanıyor ve galiba bir yazgının peşinde dolaşıyorum sürekli. Ne olacak? Evdeki her kıpırtı bunu sorduruyor bana. Bir şeylerin yaklaştığını, dumanların bir yerlerden artık tütmeye başladığını seziyorum. Sezmekle de kalıyorum. Ey kalıt! diye bağırıyorum kendi kendime, ey kalıt! Eşiğinde çırılçıplak dursan da yerinmeseydin keşke. Seni kim dinleyebilir ki? Nisa Ömer'in odasına yöneliyor ama girmiyor içeriye. Donup kalıyor orada, içerde birinin yaşadığını duyuyor. Yetiniyor. Nisa'nın yüzü ışıkla doluyor o sıralar. Çocuk gibi. Bir çikolatanın kalaylı kâğıdı gibi titrek ışıklar geçiyor yüzünden. O kalaylı kâğıdın içinden, o çocuk aynasından bakıyor. Nisa kapıyı tıklatıyor. Eski, şen bir resimle bezeli tepside çay bırakıyor kapının dibine. Bir gündüz-düşü olup yitiyor sonra. Ömer genç adam. Nisa olur olmaz odasına girmez. İncir duyuluyor. Bahçede büyük, üzerinde çocuklar koşmaca oynayacak kadar dal budak salmış incir, rüzgârla savruluyor. Bir uğultu dili var incirin. Her şeyleri anlatır. Hatırlayan bir sestir onunki. O ses! Evi kucağına alıyor. Sarılıyor eve. Hiç bir şey söylemese, "ben hiç susmam!" der. Sokağın eski canlarından Nuh'a benzetirim inciri. Yaşamı ve yıkımıyla her şeyi bir anışa çeviriyor ikisi de. Olur olmaz yerde söylenmeye başlıyor, durup dururken de ölüm gibi susuyorlar. İnsanları, hele konutları sorgulamak size mi kaldı? dense, onaylar gibi susuyorlar. Bıkkın gibi, kırgın gibi susuyorlar. Ve kargışlamaya gelince de bir tek hece ünlemeleri yetiyor. Tuzağa düşürülecek av yıllar yılı, yıllar yılı beklenmez ki. Beklenirse, avcıyla av bağdaşır. Kapan ikisini birden alır içine. Avcı, av ve kapan... Hepsi birbirine sevdalı, neredeyse. Evin kapısı kara haberler gelmişçesine vuruluyor. Nisa sevinçle koşup açıyor.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.