Azorno

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Bir erkek ya da iki erkek... Beş kadın ya da bir kadın... Bir roman ya da bu roman... Bir romanın yedinci sayfası ya da bu romanın yedinci sayfası... 1950 sonrası Avrupa şiirinin ustalarından Inger Christensen’den (1935-2009) bir anlatı başyapıtı. Ingeborg Bachmann tadında bir tutku sarmalı... Bu kitap için “Amacım, varolmayan bir dünyayı var kılmak” diye yazmıştı Christensen.

“Azorno (roman olarak) sayfalarından kendi oluşumuyla birlikte kişisel kimlik oluşumu üzerine yaşam fışkıran, uyarıcı bir roman olma özelliğini hâlâ koruyor.
Yenilikçilik akımının doruğunda, 1967’de yayımlanan  bir roman deneyi.”
-Anders Juhl Rasmussen, Kristeligt Dagblad

“Azorno Inger Christensen’in poetikasını oluşturan ikiyönlülük –sanat gerçeklik üzerinedir ama gerçeği işleme biçimi her zaman gerçekdışı olabilir– görüşünü sürdürmekte.” -Thomas Bredsdorff

“[Inger Christensen] iç dünyamı değiştirdi.”
-Siri Hustvedt

Duyduğuma göre, onun daha yedinci sayfada buluştuğu o kadın benmişim.

Bunu bana söyleyen Azorno idi. Ona adının niçin Azorno olduğunu sormaya hiçbir zaman cesaret edemediğimi de burada belirteyim.

Beklerken gelip geçenlere engel olmamak için, parkın ana girişinin hemen sağındaki büyük ağaçların altında buluşacaktık. Başımda beyaz bir şapka vardı. Turnikeden geçtiğimde, ortalığı yoğun bir sessizlik kapladı.

Orada beni bekleyen adam Azorno değildi.

Bir anda kanım, düşüncelerim, sinirlerim, duyularım on yıl geriye gitti ve sanırım, az önce denizin dibindeyken şimdi birdenbire kendini sert bir kayanın üstünde bulan ve sanki kendisiyle birlikte yukarıya çektiği denizin oluşturduğu, üstelik hiç kimsenin boğulmadan giremeyeceği, kocaman saydam bir çanın içine kapatılmış, bu yüzden de çevresini saran yoğun sessizlikte başkalarının onun için, ölmüş mü, yaşıyor mu, ne dediklerini işitemeyen bir dalgıç gibi duyumsadım kendimi.

Bunu çok acı veren bir an izledi, ya da daha doğrusu bana öyle geldi. Geçmişle karşılaşmak istemediğim için hızla arkama döndüm, turnikeden geçip geldiğim yoldan dışarıya çıkmaya çalıştım ama bilirsiniz bu turnike her zaman yalnız içeriye doğru döner, şimdi de öyle oldu. O sırada Azorno fırıl fırıl dönerek geldi, duraksamadan beni kavradığı gibi, kahkahayla gülerek döndürmeye başladı. Sonra kol kola parkın içine doğru yürüdük.

Azorno bana kimi ressamların tablolarındaki imgeler dünyasından, sudan, nilüferlerden, güneş şemsiyelerinden, ak bulutlardan ve dokumalardan, elle tutulamayanı duyumsattığı düşünülen ve şimdi birdenbire dünyanın belli bir yerinde bir araya gelerek çevremi sarıp beni kocaman saydam bir çan gibi içine alan bu tür pırıl pırıl bir sürü somut şeyden söz ederken, gölgeleri usulca üzerimizden kayıp giden büyük ağaçların altında artık hiç kimsenin olmadığını gördüm, dedi Azorno, bir sessizlik.

Geniş lale tarhlarının bulunduğu yere varmıştık. Sen Azorno’yu tanıyor musun? Sizi birlikte gördüğümü anımsamıyorum ama benim gitmediğim yerlerde karşılaşmış olabilirsiniz.

Küme küme lalelerin hepsi aynı uçuk yeşil renkteydi ama her kümenin başka bir renge de eğilimi vardı ve biliyordum ki bu kümelerdeki laleler açtıkları zaman, park bahçıvanının büyük bir olasılıkla soğuk bir kış günü Tivoli karlar altındayken tasarlamış olduğu deseni sergileyeceklerdi.

Ben çiçeklerden, havadan ve bu yıl uzun süren kıştan söz ederken gevezelik ederken, Azorno bana belli etmeden Sampel’in yeni romanını anlatmaya başlamıştı. Bense onun dediklerine aldırmıyor, dinginlikle lalelerin gelişimi üzerine konuşmayı sürdürüyordum, çünkü hiç kimse, Azorno bile, roman özetlerinin, başkalarının özel yaşamları ile ilgili dedikodular gibi algılandığı gerçeğini gizleyemez. Neyse, Sampel’in yeni romanı kuşkusuz kusursuz bir kitaptır. Sen hiç Sampel’den bir şeyler okudun mu?

Sanırım, bir defasında Katarina’nın bana getirdiği bir buket rengârenk laleden söz etmek üzereydim ki, ikimiz de birdenbire sustuk ve yanından geçtiğimiz gölü çevreleyen yoldan dolanarak geriye lale tarhlarının olduğu yere gelince bir masaya oturduk, iki Dubonnet ısmarladık.

Göl ile ilgili hiçbir şey konuşmadığımız için biraz üzgündüm. Göl de laleler gibi uçuk yeşil renkteydi, ama bunun nedeni suya yansıyan ağaçlar değildi, çünkü ağaçlar daha yeşermemişti; gökyüzü de değildi, çünkü gökyüzü masmaviydi.

Azorno gene Sampel’in yeni romanından söz etmeye başlayınca yavaş yavaş anladım ki şaka etmiyordu, çünkü elinin içine aldığı elimle beceriksizce, belki de biraz yapmacık bir beceriksizlikle, oynarken alçak sesle şu açıklamayı yaptı: Bir iki gün önce, Sampel’in romanındaki başkişinin daha yedinci sayfada buluştuğu kadının ben olduğumu öğrenmiş ve bunu bana söylemek için burada buluşmamızı istemişti.
• • •
Daktiloda yazılmış bu iki sayfayı okuduktan sonra, yazı masasının üstüne yayılmış, yazılı yazısız, ama hepsinin de yazısız yüzü üste dönük birçok kâğıdın arasına çabucak geriye koymak zorunda kaldım. Karo döşeli uzun koridordan gelen ayak seslerini işitiyordum; Randi’nin, köpeği Almanca azarladığını işitiyordum ve çok ağır olduğu için, koridora açılan odalara, her zaman iki kişinin iterek götürmesi gereken servis arabasının tekerleklerinin gıcırtısını gittikçe daha belirginlikle işitiyordum. Her şeye karşın Randi her gün kullanıyordu bu servis arabasını.

Ben kapıyı açar açmaz, köpek hemen kapının yüksek eşiğini kemirmeye başladı. Randi, adı Goethe olan köpeğe bir bisküvi verdi, köpek de hemen koşarak içeriye girip büyük mavi koltuğa yerleşti.

Bu oyunun onları eğlendirdiğini gördüğüm için gülümsedim.

Demek ki burası, hakkında pek çok şey duymuş olduğum güneş-odasıydı.

Demek ki Randi bugün Goethe ve benimle birlikte ya da geçen gün ya da geçen yıl Goethe ve Azorno ile birlikte olduğu gibi, her gün öğleden sonra Goethe ile ya da Goethe ve başkalarıyla birlikte burada çay içiyordu.

Almanya’dan buraya gelinceye kadar, bütün yol boyunca, hakkında pek çok şey duymuş olduğum güneş-odasının özlemini çekmiştim.

Oda beklentilerimi dikkate değer ölçüde karşılıyordu: Gerçekten de yedi tane çok yüksek penceresi vardı; pencerelerin üçü, aşağılardaki manzaranın içine iyice batmış Züricher See’nin de bulunduğu Güney yönde evin enini oluşturan duvardaydı; iki pencere Batı’ya, aşağılarda parkları, bahçeleri, koruları ve küçük gölleri ya da havuzları olan evlere, bir pencere de Doğu’ya, gözün hiçbir engelle karşılaşmadan seyredebileceği dalga dalga mavi dağlara bakıyordu.

Az önce bütününü ya da yalnızca bir bölümünü okuduğum, ama şimdi çay içerken unutmuş göründüğümüz mektubun gerisindeki gerçeği öğrenmeye artık kesin kararlıydım.

Burada bir de Kuzey’e bakan bir pencere vardı, çünkü öncelikle ve özellikle Kuzey’e bakan bu pencere yüzünden, hakkında pek çok şey duymuş olduğum bu güneş-odası ile koridor arasındaki köşede ev biraz daha genişti.

Oda öyle bir plana göre yapılmıştı ki, yaz mevsiminin en uzun ve en ışıklı gününde bile, en erken saatlerden en geç saatlere kadar güneş alabiliyordu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.