Az mı gittik, uz mu gittik? - Yeni vakıfların 50 yıllık hikâyesi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

2012 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Bana Yönetim Kurulunu Söyle, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim” kitabıyla sivil toplum örgütlerinde gönüllü veya profesyonel olarak çalışanlara önemli bir kaynak sunan Erdal Yıldırım bu kez vakıfları odak noktasına alan eseriyle karşımızda.

Erdal Yıldırım’ın üçüncü sektörde yirmi beş yılı aşan deneyim ve birikiminin zenginleştirdiği bu kitap ülkemizde vakıfçılığın gelişimi, hayırseverlik, sivil toplum açısından dünyadaki yerimiz gibi konuları yetkin bir dille okuyucuya sunuyor.

Türkiye'nin "Yeni Vakıfları" üzerine yazılan bir kitabın Vehbi Koç'a ait, yandaki alıntıyla başlamasının uygun olduğunu düşündüm. Pes etmez ve kitabı sonuna kadar okursanız sizin de bu düşünceme katılacağınızdan neredeyse eminim. Önce söz konusu metindeki birkaç noktayı açıklayalım:
BIRINCI NOKTA Bahsedilen “iş” Vehbi Koç Vakfı’nın (VKV) kuruluşu. Vehbi Bey “işin peşini” tam on sekiz yıl boyunca bırakmamış. “Hayat Hikâyem” isimli kitabından biliyoruz; 1931 yılındaki Avrupa ve 1946 yılındaki Amerika seyahatlerinde gördüğü modeller, “vakıf” müessesesine zaten âşinâ olan Vehbi Bey’de kendi vakfını kurma düşüncesini yeşertir. 1949 yılında efsane yönetici Hulki Alisbah’a bu düşünceyi açar. Hulki Bey 1951 yılındaki Karadeniz seyahatlerinde Vehbi Bey’e ilk resmi senet taslağını takdim eder. Vehbi Bey’e göre bu tarih “vakıf kurma teşebbüsümüzün başlangıç tarihi addedilebilir”.

İKINCI NOKTA “İş”in bu kadar uzun sürmesinin nedeni mevcut yasaların Vehbi Bey’in hayal ettiği şekilde bir vakıf kurmasına uygun olmaması. Uzun uğraşlar sonucu hazırlanan 903 sayılı Yeni Vakıflar Kanunu 24 Temmuz 1967 günü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş. Kanunun işaret ettiği tüzüğün zamanında hazırlanamaması ve başka bazı nedenlerden ötürü Vehbi Koç Vakfı’nın kurulması için on sekiz ay daha beklenmesi gerekmiş.

VE SON NOKTA Çoğu zaman olduğu gibi Vehbi Bey yine öngörüsünde haklı çıkmış; birçok işadamı kendisini örnek alarak vakıflar kurmuş ve ülkeye hizmet yolunda çok önemli adımlar atılmaya başlanmış.

Bugüne dönelim: Bir ay sonra Yeni Vakıflar’ın 50. yılını kutlayacağız. Son verilere göre ülkemizde yaklaşık 5.000 adet yeni vakıf faaliyet gösteriyor. “Yeni” sıfatı artık eskimiş. Konunun profesyonelleri, hukukçular ve Vakıflar Genel Müdürlüğü çalışanları dışında “yeni vakıf” tanımı kimseye bir şey ifade etmiyor. Yeni ya da değil, vakıfların hayatımızda bir yeri var: En azından bazılarımızın çocukları vakıfların kurduğu okullara gidebiliyor; ailelerimiz vakıfların desteklediği müzeleri ziyaret ediyor; vakıflar sayesinde kültür ve sanat etkinlikleri daha geniş kitlelere yayılıyor; vakıf hastanelerinde şifa bulabiliyoruz ve bir kısmımız da “hayır hasenat” işleri için vakıflara bağış yapıyor. Sokaktaki vatandaş bir-iki vakfın adını biliyor, bazılarına güveniyor.

Peki, yarım asırda bu “yeni” Türk vakıfları ne kadar mesafe kat etti? Az mı gittik, uz mu? Hep övündüğümüz “vakıf medeniyeti” mirasının üzerine ne koyabildik? Sahi, bu övündüğümüz mirası ne kadar tanıyoruz? “Vakıfçılık” konusunda dünyadaki yerimiz ne? Vakıfçılığın “mütemmim cüzü” olan “hayırseverlik” alanında ne durumdayız?

1991 yılında, henüz 25 yaşındayken Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nin (BÜMED) Genel Sekreteri olduğumda en sık karşılaştığım soru şuydu: “İş mi bulamadın?” Yakın çevrem bir mühendisin önünde daha makbul seçenekler varken dernek yöneticiliğini tercih etmesini anlaşılır bulmuyordu. “Dernekçilik” ancak bir emeklilik “meşgalesi” olabilirdi; yani “dernekçi” olmak için fazla gençtim.

Tam beş yıl sonra, bu kez Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nda (TEGV) potansiyel bir pozisyon için Sayın Suna Kıraç’la tanıştığımda bana ısrarla “Sen gerçekten bu sektörde mi kariyer yapmak istiyorsun?” diye sorması 90’ların sonunda da durumun çok farklı olmadığının bir göstergesiydi.

Bu tezimi destekleyecek birçok anım var; 1997 yılı Mayıs ayından bir tanesini zikredeyim: VKV Genel Müdürü olarak davet edildiğim ilk etkinliklerden birisi İstanbul’daki İtalyan Kültür Merkezi’nin destekçileri için düzenlediği ödül töreniydi. Merkezin Tepebaşı’ndaki binasının önünde tören saatinin yaklaşmasını beklerken görevlilerdeki telâş gözümden kaçmadı. Birisini bekler gibiydiler, arada bana da kaçamak bakışlar atılıyor ama kimse ağzındaki baklayı çıkarmıyordu. Durumdan şüphelenip, kendimi tanıtarak “Beni arıyor olabilir misiniz?” diye sorduğumda Merkezin Müdür Yardımcısı sevgili Aldo Baldini rahat bir nefes aldı ve içini döktü: “Yahu ne bilelim? ‘Vakıf’ denince biz kerli ferli birisini bekliyorduk!”

Ker ve fer açısından hâlâ arzu edilen seviyeye gelmemiş olabilirim ama yirmi beş yıldır Üçüncü Sektör’de çalışan ve bunun neredeyse yirmi yılını aynı kurumda, Türkiye’nin ilk yeni vakıflarından Vehbi Koç Vakfı’nda geçiren bir “gönüllü profesyonel”  olarak mesleğimle ilgili bazı konularda ahkâm kesebileceğimi düşünüyorum. Elinizde tuttuğunuz kitap bu iddianın vücut bulmuş hali. Aslında kitabın bir iddiası daha var: Türkiye için türünün ilk örneği olmak. Türk vakıfları konusunda yazılan kitap ya da makalelerin ezici çoğunluğu Osmanlı dönemiyle ilgili. Bunun birçok nedeni var: Vakıfların Osmanlı sosyal hayatındaki yeri, eski vakıflarla ilgili belgelerin çokluğu ve bunların ait oldukları dönemle ilgili önemli bilgileri muhteva ediyor olması vb... Ancak günümüz vakıflarıyla ilgili kapsamlı bir çalışma aradığınızda karşınıza çok daha az örnek çıkıyor. Akademik araştırma yok denecek kadar az. Mesleğin profesyonelleri de yazmak konusunda çok istekli değil. Duayen hukukçu, değerli büyüğüm Suat Ballar’ın titizlikle güncellediği ve her baskısında önemli oranda genişlettiği “Yeni Vakıflar Hukuku” kitabı dışında sektörün içinden bir bakış neredeyse hiç göremiyoruz. Gelin şimdi bu eksikliği bir nebze olsun gidereceğine inandığım K2’ye biraz daha yakından bakalım:
Birinci Bölüm’de kısa da olsa “miras” konusuna değinerek başlıyorum. Buradaki bazı saptama ve yorumların çıkaracağı tartışmayı görür gibiyim. Uzun bir süredir “Atalarımız neylerse güzel eyler” şeklinde özetleyebileceğim bir anlayışın etki alanındayız. Dilim döndüğünce derdimi anlatmaya çalıştım. Dilimin dönmediği yerde sevgili Kaya Şahin destek verdi.

Kitabın tüm bölümlerinde “konunun uzmanlarıyla” yaptığım mülâkatlara ve -ilk ve son bölümler hariç- “Özel Dosya”lara yer verdim. Mülâkatları yaparken ve dosyaları yazarken hem birçok şey öğrendim, hem de unuttuklarımı hatırladım. Umarım bu bölümlerden siz de istifade edersiniz. Kitaptaki alıntılardan, Özel Dosya’lardan veya mülâkatlardan taşan bir takım önemli bilgi ve belge ise Ekler’de yer alıyor. Bunların bazılarının uzunluğu dikkatinizi çekecektir. Amacım kitabın sayfa sayısını, dolayısıyla maddi – manevi ağırlığını artırmak değildi. Yalnızca, bahsi geçen çok önemli ek bilgilere ulaşmak için hemen harekete geçmeyecek ve daha sonra da ihmal edecek “üşengeç okur”un işini kolaylaştırmak istedim.

İkinci Bölüm yukarıda bahsettiğim 1920 – 1967 arasındaki dönem üzerine kuşbakışı bir değerlendirme içeriyor. Cumhuriyetin kurucuları vakıflar hakkında ne düşünüyordu? 1926 Kanun-ı Medenisi nasıl hazırlandı? 1926 – 1967 yılları arasında vakıfçılık alanında hangi gelişmeler yaşandı? İlk “Özel Dosya” da bu bölümde ve Türk Eğitim Vakfı (TEV) hakkında. Vehbi Bey’in özel arşivine ulaşabildiğim için çok şanslıydım; kurucumuzun titizlikle oluşturduğu arşiv yarım asır öncesine dair çok önemli bilgilere ulaşmamı mümkün kıldı. Sayın Suat Ballar’ın bir mülâkat için bana zaman ayırabilmiş olması da başlı başına bir ayrıcalık oldu; kendisinin bu bölümün sonunda yer alan görüşlerini ilgiyle okuyacağınızı ümit ediyorum.

Üçüncü Bölüm’de günümüz Türkiye’sindeki vakıfların bir fotoğrafını çekmeye çalıştım. Çıkış noktam 2000’li yıllarda yazdığım ve K1’in sonunda yer verdiğimbir makale. Vakıfların “devlet”le, daha da önemlisi “iktidar”la ilişkileri hakkında örnekler ve saptamaların da yer aldığı bu bölümü Boğaziçi Üniversitesi Vakfı’na ayırdığım Özel Dosya ve sevgili dostum, Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV) Genel Sekreteri Tevfik Başak Ersen’le yaptığım söyleşi tamamlıyor.

Dördüncü Bölüm yeni vakıfların “yönetişim” sorunlarına ayrıldı. K1’in bazı bölümlerini tekrar etme pahasına, gerçekten önemli olduğuna inandığım konuları bu bölümde yeniden vurgulamak istedim. Özel Dosya’da Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV) yer aldı. Mülâkatı ise “yönetişim” denince ülkemizde akla gelen ilk isimlerden biri olan sevgili Dr. Yılmaz Argüden’le yaptım.

Beşinci Bölüm’ün “tema”sı hayırseverlik. Yukarıda bahsettiğim gibi “vakıfçılık” ve “hayırseverlik” konularını birbirinden ayırmamız çok güç. Mutlu bir tesadüf sonucu, TÜSEV’in ikinci kez yaptırdığı (ilki 2004 yılında yayınlanmıştı) “Türkiye’de Bireysel Bağışçılık ve Hayırseverlik” araştırması bu kitap yazılırken tamamlandı. Bu bölümde de söz konusu araştırmayı yürüten sevgili arkadaşım Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile yaptığım söyleşi konuyu daha kapsamlı bir şekilde ele almama imkân sağladı. Özel Dosya ise, kitaptaki genel “karamsar” bakış açısını biraz kırabilmek ümidiyle, Koç Üniversitesi Anadolu Bursiyerleri Programı’na ayrıldı.

Bu kitapta Türk vakıflarını dünya vakıflarıyla kıyaslamamak olmazdı. Altıncı Bölüm’de dört ana başlık (Misyon, Programlar, İnsan Kaynakları, Maddi Kaynaklar) altında bu karşılaştırmalı çalışmayı yapmaya kalkıştım. Yabancı bir “model”i ülkemize uyarlama açısından ilginç bir deney olan Bolu Bağışçılar Vakfı’na Özel Dosya kapsamında yer verdim. Dostum Filiz Bikmen’le yaptığım söyleşi de kaçınılmaz olarak burada kendine yer buldu.

İronik bir şekilde, yaşım ilerledikçe geleceğe dair bir şeyler düşünme ve yazma tutkum artıyor. 2013 yılı Eylül ayında Vehbi Koç Vakfı İcra Komitesi üyelerine “2069: Vehbi Koç Vakfı 100 Yaşında” başlıklı bir not sunmuştum. Bu kitapta da 2067’ye bakmadan yapamadım. Yeni vakıflar bir asrı devirdiğinde onları nelerin beklediğini kestirmek çok güç. Ancak, “Daha mutlu bir gelecek için bugünden yapmamız gereken neler var?” sorusuna yanıt aramak yine de mümkün. Yedinci ve son bölüm geleceğe ayrıldı. Son mülâkat konuğu bir başka sevgili dostum: Hakan Altınay.

Kitabın birçok bölümünde tartışmalar zaman zaman “vakıf” çerçevesini aşıp daha geniş bir üçüncü sektör / sivil toplum kapsama alanına girdi. Açıkcası bu durumun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum; Yönetişim konusunda yazdıklarım neredeyse tümüyle dernekler için de geçerli; hayırseverlik konusu, ilgili bölümde de belirttiğim gibi, vakıfların ya da vakıfçılığın çok ötesinde bir önemi haiz; son bölümdeki temenniler ise yalnızca vakıflara değil, ülkemiz üçüncü sektörünün tamamına yönelik... Bu kaçınılmaz durumun okuyucu nezdinde sorun yaratmayacağını ümit ediyorum.

Keyifle okumanız dileğiyle...

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.