Anlatamıyorum

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Belirsiz olan şeyler, zihnin en büyük ağırlığıdır.

Edebiyat serüvenine “Limon Yağmuru” ile başlayan Emrah Öztürk, Anlatamıyorum ile öykücülüğünü derinleştiriyor: “Dile kolay” gelenin akla sığmadığı, aklın aldığınınsa bir türlü dile gelemediği o tutulup kalmışlık, söz’ün hakkını veren öykülere dönüşüyor.

Kişi, karşısındaki anlayacaksa konuşmalı. Yahut karşısındakinin anlayacağını konuşmalı. Bana öt dedi, öttüm. Beyhude edilen laflar, acunun dengesini bozar. Çünkü bilir misiniz ki sözün de kendi ağırlığı, iradesi vardır. Siz bir defa onu seslendirdiğinizde o kanat takıp uçar. Kimse o kanatlı sözün nereye konduğunu merak etmez. Hele konduktan sonra ne yaptığını, hiç! Oysaki dünya dönüyorsa, hava sıcaksa, meyve ıslaksa sözcükler sebebiyledir.

Yağmurun /
Sokak lambasının altındayım. Sırsıklamım. Bir sigara daha... Elimi palto cebime götürmeye kalmadan... Pantolonumun cebinde olduğunu ansıyorum paketin. Çekiyorum bir-iki nefes. Yağmur taneleri dumanı deliyor. İzliyorum. Beş yaşında falan olduğumu.

Mercimek kutularının, patates çuvallarının dizi dizi durduğu dükkândayım. Bekir Amca’dan yumurta almaya gelmişim. Avcumda sımsıkı tuttuğum buruşuk kâğıt para. Bir ağaç gölgesi duvarda kımıldıyor. Yaprakları dinç. Yerlerinden memnun değil gibiler, tavana tırmanmaya çalışıyorlar. Hışır hışır.

Yağmur... Elimi palto cebime götürmeye kalmadan... Sigaram dudaklarımın arasında. Elim boşlukta donuyor. Tamamlanmasına gerek kalmadan, daha ilk sözcükte anlamını belli eden, bitiveren yarım cümleler gibi elim. Boşlukta donuyor.

Sayıp sayıp itinayla poşete koyuyor yumurtaları Bekir Amca. Hiç sevemediğim bir kokusu vardı. Tulumba tatlısı da pişirir miydi ne? Bir kere bile bize çay içmeye, oturup sohbet etmeye gelmemişti, yine de annemi babamı çok iyi tanırdı. Şöyle bir süzüyor beni, ben de onu. Çorabı şalvarının paçasına tutunuyor, aceleyle abdest almış olmalı. Kulak arkasındaki saçları ıslak, cam cam sivrilmiş. “Kırmadan götürebilir misin?” diye soruyor, sınayıcı. Uzatıyor poşeti.

Kapıya yöneliyorum /
“Çük büyüdü mü?” diye soruyor, vereceğim yanıtı hiç önemsemeden. Çocuklarla şakalaşmayı beceremeyen insanlardandı demek. Düşünüyorum, büyüdü mü? O yaşta düşünür mü ki bir oğlan çocuğu böyle şeyleri? Bir tırnaklarımı biliyorum, uzuyorlar, bir de saçlarımı. Ama ya çüküm? Sırıtıyor, altın dişi pırıldıyor. Yüzü kötü adamların yüzlerine benziyor. Dönüp gidiyorum. Arkamdan tembihliyor: “Dikkatli götür! Kırma ha!”

Gözüm poşette. Tuhaf, önemli bir ağırlığı var; hassas, her an her şeyi berbat edebilecek bir ağırlık. Şimdi olsa en fazla yüz adımda giderim Bekir Amcalardan bizim eve. Ama beş yaşında falan olunca mesafeler farklı oluyor. Adım adım adım adım adım... Eve varıyorum.

Annem hemen davranıyor poşete. Teker teker çıkarıyor. Ablam geliyor mutfağa, turşu kabını kafasına dikiyor. Bekliyorum, annem görevimin bittiğini söylesin de gideyim diye. Daha Sülo’yla incirin altında bilek güreşi yapacağız... Ablam göz kırpıyor bana, turşu suyu süzülüyor ağzının köşesinden. Annem birkaçını poşette bırakıyor. “Yengene götür bunları! Dikkatli ol!”

Yere sağlam sağlam basıyorum, dengemi tartarak, pür dikkat. Bir aferini de yengemden alırım, amcamdan, Selim’den, Zeliha’yla Aslı ablalardan... Öylesine bir düş kuruyorum, herkes sokağa çıkmış da beni izliyormuş. Bakalım götürebilecek mi merakıyla, şimdi hepsini kıracak kaygısıyla bakıyorlarmış. Başardığımı gördükçe hayret ediyor, saygı duyuyor, “Vay be!” diyorlarmış.

Ara ara yan gözle poşeti kontrol etmeyi ihmal etmiyorum tabii; tuhaf, önemli bir ağırlığı var. Her an her şeyi berbat edebilecek bir ağırlık... Herkes bana bakıyor. Tüm sokak, tüm memleket, tüm dünya. Ama en çok annem, geriden, pencereden gözlüyor beni. Yengemin kapısını çalıyorum nihayet. “Vay be!”

Sakalımı kaşıyorum /
Yağmur /
Beş yaşında falan oluşum, diğer tüm oluşlarımla birlikte yitip gidiyor gözlerimin önünden. Şimdi sokak dağılmış, ufalıp daralmış, kış. Metin Abi olsa “Kımkış” derdi. Az ötedeki yapraksız ağaç bana bakıyor. Ben de o eve bakıyorum. Artık Selim ile ablamın o ev. Bizimkisi yıkılmış çoktan. Zevksiz ama pahalı bir apartman dikilmiş yerine.

İçeri girdiğimde yeğenimin sesleyeceği, cevaplamaya gücümün yetip yetmeyeceğini kestiremediğim o çirkin soruyu duyar gibiyim. O sormasa bile, kimse bir şey sormasa, söylemese bile, bu ıslak hâlimi, çürümüş yüzümü, saçlarımdaki akları, beceriksizliğimin tüm o uğursuz izlerini görmezden gelseler bile... Evet deseler, tabii ya deseler, harika deseler, işte bu deseler, oh be deseler, yaparsın deseler bile... Hadi bakalım... Hah şöyle... Yok öyle değil... Elbet böyle... Şunu şunu de... Bunu bunu yap... Öyle öyle davran... Haklısın... Tabii... Nasip kısmet... Her şeyin başı sağlık... Allah de gerisi gelir... Erkek adamsın sen... Aslansın kaplansın yiğitsin... Yaparsın deseler bile...

Kötü bir fikirdi buraya gelmek. Dudağımdaki sigarayı unutup elimi paltomun cebine daldırıyorum. Parmaklarıma vıcık vıcık bir şey bulaşıyor. Kabukları ayama batıyor. Yağmura karışıyor şakağımdaki ter damlası. Uzaklaşıyorum. Adım adım adım adım... Annem pencereden beni gözlüyor, dönüp bakamıyorum.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.