Kirlenen Çağ

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
İçindekiler
Cogito'dan
  • Kapıkulluğundan Bireye... - Ahmet Cemal

    Geçenlerde Almanya’daki bir televizyon programında gerçekleştirilen bir söyleşide tanınmış bir sosyoloji profesörü, Almanya’nın durumunun resmi ağızlardan duyulduğu kadar iyi olup olmadığı sorusunu şöyle yanıtladı:?“Bu konuda bazı kuşkularım var; ekonomik bakımdan çok güçlü olabiliriz; birleşmenin ardından siyasal konumumuz da fena sayılmaz; gelgelelim bugünün Almanyasında düşünce, önderliğini yitirmekte, bu da beni korkutuyor...”

    Profesöre göre televizyonun giderek artan etkinliği, insanların daha çok günlük olaylarla ilgilenmeleri, okumanın bir oranda azalması gibi noktalar, değindiği sakıncalı durumun başlıca belirtileriydi.

    Almanya gibi, televizyon kanallarındaki kültür programlarının ülkemizdekilerle karşılaştırılamayacak yükseklikte bir düzeyi tutturduğu, “biraz düştü” denilen okuma oranı çerçevesinde felsefe kitaplarının basım sayılarının 30-40 bin arasında oynayabildiği bir ülke bağlamında dile getirilen kaygular, acaba ülkemiz gibi, artık kitapların iki binlik baskı sayısına ulaşmakta iyice zorlandığı, resmisi ve özeliyle bütün televizyon kanallarında düzeyli programların ağırlıklı olması bir yana, doğru Türkçe konuşmanın bile unutulduğu, düşünmenin ise günlük olanına bile ender rastlandığı bir ortam açısından nasıl değerlendirilmek gerekir? Böyle bir soruyu –bugünlerde adet olduğu üzere– aşırı kötümser bulanlar, ülkemizin de “pekâlâ” ilerlediğini, her şeyin “o kadar da” kötü olmadığını savunanlar çıkabilir. Gelgelelim olumsuzlukların karşısına onları giderecek önlemlerle değil, ama “o kadar” olumsuz değilmiş gibi gösterme çabasıyla çıkmak da bir düşünce yoksulluğu belirtisidir, dahası, belki de bu bağlamdaki belirtilerin en vahimidir! Böylesi, ancak bir yanı gökdelenlerle donanırken öte yanında zehirli gazdan çöp dağlarının patladığı, yazın hemen her gece havai fişek şenlikleri yapılırken musluklarından zehirli suların aktığı bir ucubeyi kentleşme sayabilenlere özgü bir iyimserliktir. Bizim asıl gerçeğimizin özeti ise, belki on yıllardır herhangi bir düşünceyi düşünecek, başka deyişle onu yaşamda yürürlüğe koymazdan önce kendi eleştirel aklının süzgecinden geçirip, kendi birikimlerinin potasında yoğuracak bireylerin değil, ama o düşünceye kapıkulluğu edecek kişilerin yetiştirilmesine ağırlık vermiş oluşumuzdur. Düşüncenin gerçek anlamda varolabileceği, bütün boyutlarıyla etkinlik kazanabileceği tek ortam, eleştirel çabaların hiç eksik kalmadığı, tinsel ve deneysel birikimlerle sürekli beslenen, diyalog yoluyla tartışmanın hep başı çektiği bir süreçtir. Bu sürecin yerine durağanlığın geçirilmesi, bir düşüncenin tartışmaya kapanmasının yollarının araştırılması, olabildiğince tartışılmaksızın elden ele geçirilmesinin o düşüncenin varlık koşulu sayılması, sonuçta yalnızca ortaya çoğunluğu düşünen bireylerden değil, ama düşünmek, düşündüklerini sanabilmek için hep başkalarının ağzına bakan kapıkullarından oluşma bir toplumun çıkmasını sağlar.

    Biraz yukarda, olumsuzlukları olumsuz değilmiş gibi göstermenin yapay iyimserliğine değindik. Buna karşılık COGİTO’nun yaz sayısının yaz aylarında peş peşe üç baskı yapması, düşünce ortamımız bağlamında gerçek anlamda olumlu bir belirtidir. Bu kadar büyük bir ilgiyi, ilk sayımızın dosya konusunun laiklik gibi çok güncel bir konuya ayrılmasıyla ilintili bulanlar oldu. Bu düşünce kısmen doğrudur; ancak kanımızca ilginin yoğunluğu konudan olduğu kadar, o konunun, yani laikliğin COGİTO’da ele alınış ve işleniş biçiminden de kaynaklandı. Oluşturulan dosya çerçevesinde laikliğin, soyut bir dokunulmazlığın zırhına bürünmüş, nasıl ortaya konmuşsa yine öyle, tartışmaya kapalı kalması buyruklanmış bir kalıp olarak değil, fakat çeşitli bakış açılarında kendine yeni besin kaynakları bulabilecek bir düşünce niteliğiyle işlenmesi öngörülmüştü. Dr. Bülend Sözer’in bu sayımıza aldığımız “Laiklik ve Sekülarizm” başlıklı değerli incelemesinin bize ulaştırılmış olması, bu tutumun bir sonucudur.

    COGİTO bu sayısında “uygar Avrupa”nın göbeğinde yaklaşık iki yıldır o Avrupa’yı Avrupa kılmış tüm değerleri yadsırcasına sahnelenmekte olan bir kanlı gösteriye, Bosna-Hersek trajedisine, canlı bir tanıklıkla yer veriyor. Değerli yazarımız Nedim Gürsel’in Saraybosna’da gördüklerini ve yaşadıklarını dile getiren yazısı, yüzyılımızın en büyük utançlarından birini sanırız farklı bir pencereden gösterecektir...

Enis Batur - Kendi Kendinin Kurdu İnsan
Hikmet Birand - Asıl Afet
Kurak
Bedia Akarsu - İnsan ve Çevre
Isaac Asımov - Yeryüzü Ölüyor
Semra Somersan - Türkiye Çevresi Allaha Emanet
Dursun Gökdağ - Ortaöğretim Programlarında Çevre
Levend Kılıç - Televizyon ya da “Görüntü Çöplüğü”
  • Lunapark Aynaları ya da Basınımızdaki Kirlenmeye Dair - Turhan Ilgaz

    Basının toplumun “aynası” olduğu, sıklıkla yinelenen bir önerme olarak önümüze çıkar durur. Bununla anlatılmak istenen; gazetelerin bir toplumda olup bitenleri, yaşananları, eğrisiyle doğrusuyla ortaya sererek gerisin geri o topluma, o toplumu oluşturan bireylere yansıtma işlevini üstlenmiş olmalarıdır.

    Ama çeşit çeşittir aynalar. İçbükeyinin önünde kendimizi devleşmiş görürüz. Dışbükey olanı bizi bizden çok uzaklara iter. Lunaparktakiler karşısındaysa biz bizi tanımaz oluruz: Ucubeleştik mi, yoksa aynalar mı yalan söylüyor? Dümdüz bir sırlı camdaki görüntüm iki günlük sakalla bakıyorsa bana, traş makineme el atarım; ama iki karışlık bacaklarım, boyumun iki katı enindeki gövdem ve uzayıp giden kafamın tiksindirici hayaline nasıl tahammül edeceğim? Ya da bu hayali karşıma çıkartan aynaya?...

    Bir de bunun tersini düşünelim: Belki de basın yalnızca ayna değildir bu toplum için de, bu toplumun aynıdır!
    Her türlü şıkta, olaya yakından bakmakta yarar var.

    En yüksek tirajlı gazetemizin en “etkili” köşelerinden bir örnek vereceğim (noktasına, virgülüne dokunmadan, siyah puntolarla vurgulanmış ifadeleri de aynen koruyarak aktarıyorum):

    “34 HY 546 plakalı kamyonun sürücüsü!
    Bak aslanım, her mesleğin belli kaideleri vardır. Eğer o meslekten ekmek yemeği düşünüyorsan, o kaidelere eşşek gibi uyacaksın kardeşim...
    Uymazsan, biri çıkar uydurur!

    Sen de, şöförlüğü meslek olarak seçmişsin. İyi, seç... Fakat; iş, meslek seçmekle kalmıyor...
    Bu nedenle, öyle direksiyonun başına geçtin diye, kendini bir bok zannetme! Anladın herhalde bütün bunları neden söylediğimi?..
    Geçen gün Güzelce’de, koca yolda bir otomobile sollarken çarptın; sonra da tüydün... Sandın ki, yollar babanın yolu, kimse seni yakalayamaz; kimse sana hesap soramaz...

    Ulen deve! Koca kamyonla, o kadar hızlı gidilir mi?..
    Her direksiyonun başına geçen “yolları ben yarattım” dercesine, çılgın gibi araba kullanırsa ne olur milletin hali?.. Sen manyak mısın yoksa tipin mi öyle?..
    Sanma ki iş, köşeme misafir olmakla kalacak... Avucunu yala! Şimdi seni trafikten sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı, sevgili dostum Mehmet Çetin Alp’e havale edeceğim; O, senin hakkından gelmesini bilir... Bir daha da, manyak gibi araba kullan da görelim bakalım...”

    Bu “köşe yazısı”nı buraya alırken amacım, bunları yazabilen gazeteciyi ya da onu yayımlayan gazeteyi kınamak değil. Yalnızca şuna işaret etmek istedim: Anayasamızın kovuşturma, soruşturma ve yargılama yetkisiyle donattığı kurumların bile kendilerinde bulunduğunu –herhalde– vehmedeyecekleri bir yetkiyle ve –herhalde– kullanamayacakları bir üslûpla, günümüzde Türk basınının bir mensubu (ve yazıyı yayımladığına göre onu çalıştıran gazete), haklı ya da haksız, birtakım kişileri ve –başka örneklerinde de görülebileceği gibi– birtakım kurumları yargılayabilmekte... hattâ cezalandırabilmektedir. Nitekim gazeteci, bizzat ceza veremese de, “sevgili dostu” olduğunu kamuoyuna özellikle vurgulayarak duyurduğu bir kamu görevlisini, cezalandırılmasına karar verdiği kişiyi cezalandırmak üzere, yine kamuoyunun tanıklığı önünde görevlendirmektedir.

    Ortaçağ sonu Batı toplumlarına özgü bir cezalandırma biçimi olan “lekeleme”yi, bazı ceza kuramcıları en yetkin ceza olarak görseler de, yasalarımızda yer almayan bir cezanın, üstelik Anayasanın saydığı üç temel erkten hiçbirinde görev yapmayan bir kişi tarafından tefhimi düşündürücü olsa gerektir.

    Bu yazının yer aldığı köşenin, o gazeteyi satın alanların büyük çoğunluğu tarafından, ağızları kulaklarına vararak okunduğundan şüphem yok. Esasen Türk Basınında böyle köşelerin ortaya çıkmasının, böyle yazıların yazılabilmesinin ve böyle bir üslûpla yazılmasının temelinde yatan şey –örtük de olsa– kamuoyunun talebidir. Bu, dillendirilmiş bir talep değildir elbette ama, otuz küsur yıldır giderek vahimleşen bir yozlaşma sürecinin pragmatiği böylesine bir talebin varlığını kanıtlıyor; san (“yükselen değer”) peşindeki gazeteci ile tiraj (“yükselen değerler” için bir matris) peşindeki patronu da bu talebi ustalıkla kavrıyorlar.

    Devamı bu sayıda...
  • Kolektif Bellek ve İnsan/Doğa İlişkisi - Hülya Tufan

    Özellikle de son birkaç onyıldır, çevreye duyarlılığın artması ve doğaya ilişkin kaygılarla siyasal taleplerin birleşerek “yeşiller” hareketini doğurmasıyla birlikte insan/doğa ilişkisini çözümlemeyi, özellikle de yeniden tanımlamayı amaçlayan düşünsel/sanatsal etkinliklerin ivme kazandığını görüyoruz. Böylece, felsefe geleneğinin kökeninde yer alan, insanı tini (ruhu) ve bedeniyle (doğası), toplumu da kültürü ve doğayla ilişkisi çerçevesinde düşünmeye yönelik ikici eğilim, uzunca bir aradan sonra, yeniden egemen olma yolunda. O uzun aranın ise, Aydınlanma’yla birlikte yıldızı parlayan aklın mutlak (olma iddiasındaki) egemenlik dönemine tekabül eden ve tüm tartışmalar bir yana, genelgeçer bir deyimle “modern” olarak adlandırdığımız çağla çakıştığını biliyoruz.

    Modern çağla birlikte, akıl kendi yaratımı olmayan şeylere karşı bayrak açarak, onları denetleme ve böylece kendine bağımlı kılma sürecine girdi. Toplumsal yaşam bağlamında da durum aynıydı. Michel Foucault’nun, delilik, suçluluk ve cinselliğe ilişkin çalışmalarında altını çizmiş olduğu gibi “denetlenemeyen” korkutuyordu, bu “korku”nun üstesinden gelmek için de akılcı iktidarların etkisindeki toplumlar, “deli”yi, “suçlu”yu, “sapkın”ı tecrit etmek, kapatmakla başladıkları yapıtı, bunları birer “bilim” nesnesine dönüştürmekle sürdürdüler. Doğa da denetlenmesi, dolayısıyla da, hem kendinde, hem kendi için, bilinmesi gereken bir alana indirgendi. Böylece, Antik Yunan’dan, Roma’ya, oradan da tektanrılı dinlerin düşünsel etkinliklerinin gelişme dönemine değin süregiden uzun düşünce geleneğine her zaman damgasını vurmuş olan felsefe/doğa bilimleri birlikteliği de bozuldu. İnsanla doğa birbirinden koparken, her birinin bilim(ler)i de (insan bilimleri ve doğa bilimleri) ayrı kulvarlarda at koşturmaya başladı. Bilim(ler)in bu Altın Çağ’ının parolası, doğal olarak, “her şey bilinmeli”ydi. Bu parola da, giderek “her şey hesaplanabilir” ve “her şey alınır-satılır-tüketilir”i ortaya çıkaracaktı.

    I. İnsandan Bireye
    Akıl-bilim çiftinin ürünü olan modernlik projesinin temel ve kaçınılmaz yargılarından biri de topluluğun yerini topluma ve bununla bağlantılı olarak insanın yerini bireye bırakmasıydı. Ulus/yurttaş ikilisi ise bu dönüşümün doğurduğu (yoruma göre) “dahi” ya da “hilkat garibesi” çocuklardır.

    İnsanın bireye dönüşmesinin ardındaki temel yaklaşım, doğanın bir parçası (ve diğer parçalarıyla, her zaman uyumlu olmasa da, gerekli bir bütün oluşturan bir parçası) olma biçiminde özetlenebilecek olan “tür” bilincinin, doğaya meydan okuyan salt bir “kültür” bilincine dönüşmesidir. Her zaman var olan, ancak modern çağ öncesinde herhangi bir rekabet iddiasına dayandırılmayan kültür, artık doğanın “üstün” türünün tek ve tartışmasız egemenliğinin silahıdır. Doğa tümüyle bu “üstün tür”e uyacak ve onun, yalnızca birincil gereksinimlerinin (beslenme, barınma, soyunu sürdürme, vb.) değil, giderek daha karmaşıklaşan isteklerinin (biraz cüretle buna kaprisleri bile diyebiliriz)?karşılanması için var olan bir “nesne”ye indirgenecektir. Kaba bir biçimde örneklememiz gerekirse, ormanlar hafta sonu piknik alanlarına, denizler tatil keyfi ya da ulaşım yollarına, kediler birer okşama ve duygusal ilişki nesnesine, güneş, şu ya da bu ışınları ya da D vitamini deposuna, börtü-böcek, haşarat ve “gereksiz” mahlûkat ise insanın yaşam alanından bir an önce tümüyle kovulması gereken şeylere dönüşür. 1970’li yılların sonunda, Paris’in yoksul işçi banliyölerinden birinde çalışan bir ilkokul öğretmeninin aktardığı deneyim de bu genel yaklaşımın vardığı “uç” durumlardan birini sergiler:?Yaklaşık altı yaşındaki 1. sınıf çocuklarına resim yapmalarını söyler öğretmen. Konu bulmakta zorlandıklarını görünce de “bir balık resmi yapın” der. Bir süre sonra, çocuklardan birinin önündeki kâğıda sarı bir dikdörtgen yaptığını görür. Öğretmen ne denli şaşkınsa, çocuk da o denli kendinden emindir:?Süpermarketin dondurulmuş gıda bölümünde satılan, uygun fiyatı ve kolayca yenmesi nedeniyle tüm ailelerde zevkle tüketilen, kılçığı çıkarılıp, dört köşe kesilerek galeta ununa bulanmış, kızarınca rengi sarıya dönen bir “yiyecek”tir balık!

    Bu küçük örnekler bize yalnızca doğanın, insan dışındaki öğelerinin “metalaşması”nı göstermez. Gösterdikleri bir başka ve ilkiyle bağlantılı şey de, bireyin denetlenebilirliğine iyice güvendiği doğadan kopmasıyla birlikte, insanlığın her şeyi “vade”lere dayandırmasıdır. Bu da, her şeyin hesaplanabilir kılındığı bir dünyada son derece olağandır. Balık, kısa vadede marketten alınıp yenen şey, deniz, orta vadede, tatil zamanı, içine girilecek şey, Ay da uzun vadede, teknoloji daha da gelişince, herkesin gidebileceği bir kara parçasıdır.

    Vadelerin krallığını ilan etmesi, zamansallığın yeni bir türünün utkusuna tekabül eder. Örneğin Fransız dilinde zamansallık teriminin (temporalité) aynı zamanda da, ruhaniliğin karşıtı olarak, “dünyevi”lik anlamını içermesi, tabii ki, bir rastlantı değildir. Dünya-ötesi, ya da dünya-aşırı ruhun ölümsüzlüğüne karşı, dünya-içindeki bedenin zamansallığıdır burada yansıyan. Kötü melodramların kalıplaşmış repliklerinden “bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!”yı küçümsemek hatadır. Çünkü tüm bunlar, bizi sonluluk/sonsuzluk ikilemine ve insan-doğa ilişkisinin bu iki farklı boyuttaki karşılığına götürür.

    Devamı bu sayıda...
Luc Ferry - Nazi Ekolojisi: Kasım 1933, Temmuz 1934 ve Haziran 1935 Yasaları
Ali Esad Göksel - Bu Ne Sevgi Ah, Bu Ne Izdırap
Sevin Okyay - Sağlık Ülkesinde İkinci Sınıf Vatandaş
  • Dil Kirlenmesi: Türkçede Yabancı Sözcüklerin Kullanımı - Mustafa Çakır

    Bu yazıda insanlar arasında anlaşmayı güçleştiren dilsel bozulmadan, daha açıkçası Türkçemizdeki bozulmadan ve kirlenmeden söz edeceğim. Bugün çevrebilimciler, türlü canlıların bir arada olduğu çevrelerde doğanın dengeli, düzenli, uyumlu kaldığını; insan eli değdiğinde ise çevrenin hızla bozulmaya, kirlenmeye başladığını; bütün dengelerin giderek yok olduğunu anlatmaya çalışıyorlar... Denizlerin, akarsuların her gün biraz daha kirlendiği; havayuvarındaki (atmosferdeki)?ozon açılmasının, ürkütücü bir hızla, giderek büyüdüğü; canlı türlerinden kiminin büsbütün yok olup gittikleri; nükleer enerjinin yaygın kullanılmasından doğabilecek kazaların önlenemeyeceği, açık açık tartışılıyor; dünya kamuoyuna duyurulmaya çalışılıyor (Ünlü 1992: 512).

    Çevrenin kirlenmesine koşut olarak dilimiz, Türkçemiz de giderek yozlaştırılıyor, bozuluyor ve unutturulmaya çalışılıyor. Türkiye’nin kültür politikası içinde önemli bir yeri olan ya da olması gereken dilimiz özellikle kitle iletişim araçları tarafından düzeysizleştiriliyor ve dışa bağımlı bir duruma getiriliyor (Bkz. Öngören 1992: 507; Poyrazoğlu 1992: 8). Gazeteler hazırladıkları eklerine artık tv guide, görsel iletişim araçları da yetişkinler için hazırladıkları programlara örneğin talk show, çocuklar için hazırladıkları programa örneğin süper dinazorus diye ad koymakta sakınca görmüyorlar. Bu konuda bugüne dek çok yazıldı, söylendi; sözlü iletişim araçlarının dil konusundaki yetersizliği, konuşmacıların bozuk Türkçesi, dizi ya da filmlerdeki çeviri yanlışları gündeme getirildi. Benim üzerinde durmak istediğim, günlük yaşantımızda sık sık örnekleriyle karşılaştığımız “dil kullanımı”nın bir kesimi sadece...

    Özellikle kentlerimizin en seçkin caddelerinde karşılaştığımız olumsuz ad görüntüleri “yaşayan Türkçe” denilen zorla konuşturulup yazdırılmak istenen dil görünümü ile “Bağımsızlığını elde edip korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmayı bilecektir.” diyen Atatürk’e nazire yaparcasına “... dilini Arapça ve Farsçanın egemenliğinden kurtarıp batı dillerinin egemenliğine sokmaya çalışır” bir izlenim bırakmaktadır.

    Önceleri büyük kentlerimizdeki bazı işyerlerinin adları olarak göze çarpan yabancı dildeki sözcüklerden alınmış “cotton bar” gibi işyeri adları bu işyerlerinin her geçen gün çoğalmasıyle birlikte daha küçük kentlerde de corner shop olarak yayılıp çoğalmaktadırlar. Bunların arasına “Mc Donald’s” ya da “Benetton” gibi yabancı kökenli kuruluşları da katınca sokak ya da caddelerde tam bir dil karmaşası yaşanmaktadır.

    Bu bağlamda süpermarket’lerden olsun, butik’lerden olsun aldıklarımızı da artık torbaya koymak yerine Fransızca kökenli olan poşet’lere koymamak da yakışık almazdı herhalde...

    Kurtuluş Savaşımızda önemli bir yere sahip şirin bir Anadolu kenti olan Eskişehir’de bile İsmet İnönü Caddesi’ne çıktığınızda Trio-Fast-Food da karnınızı doyurabilir, ?Orhun-Orkun Brothers’dan arkadaşınıza doğum günü hediyesi olarak bir T-Shirt alabilir; hatta Life Bar’da ufak bir party bile verebilirsiniz... Bu arada, arkadaşlarınızla happy-hour geçirebileceğiniz discoteque deep’i de unutmamanızı önerebiliriz.

    Türkçe sözcükler yerine İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Almanca ve daha ötesi Arapça kökenli sözcükleri, göstergeleri kullanırsak bunun ulusal kültür ile ulusal dil örüntüsü içindeki yeri ne olabilir acaba??Yabancı kültürler, dilimize saygısız, bilgisiz, bilinçsiz ve denetimsiz kişilerin edimleri ile, gece gündüz, ışıklı renkli tabelalardaki göstergeleriyle giderek artan bir şekilde caddelerimize egemen olmaya devam ederse, süreç içinde dilimize yerleşerek bizi biz yapan kamusal değerlerimizden de yoksun bırakabilir.

    Yerel yönetimler, kaldırımları yeşile boyayıp ağaç dikerek çevreyi güzelleştirme çabalarının yanı sıra, dükkan sahiplerine ruhsat verirken Türkçe ad koyma koşulunu da bir yaptırım olarak uygulayabilseler... Türkçe ad kullanmalarını önerebilseler... Hatta güzel Türkçe ile ad koyanları ödüllendirebilseler... Artık Türkçe sözcüklere yabancı dilden takılar getirilerek, açmatik örneğinde olduğu gibi hangi dilden olduğunu kestirmekte zorlandığımız sözcüklerle konuşmaya başladık. Bu alışkanlık sözlü iletişim ortamlarındaki programlarla ve birkaç istisnası dışında yaratıcılıktan uzak reklamların da etkisiyle hızla yayılırken, gençler ve özellikle çocuklar, iletişim ortamlarında kullanılan bozuk Türkçeyi konuşmaya başladı.

    Bugün ulus olarak kendimizi kaptırdığımız yabancı dil, özellikle İngilizce, öğrenme çabası ve “Bakın ben İngilizce biliyorum.” havası özellikle sözlü iletişim ortamlarında kendini yoğun bir şekilde göstermektedir. Artık visionlarını varietelerle geliştirip; reality showlarla pekiştiren, vowlu Türkçe ile süslenen top ten ya da top secretli Show TV [şov ti vi], interStar, HBB?(Has Bilgi Birikim) değil, [eyç bi bi] vb. özel televizyon kanallarımız; radio contact, capitol fm, number one vb. özel radyolarımız var. Bu sözlü iletişim ortamlarında dinlediğimiz Türkçe ise bazen tanınmaz durumda. Sunucuların pek çoğunun kullandığı dil, içtenlikle sıradanlık arasındaki sınırı zorlamayı çoktan geçti. Söz gelimi ...’nun İnleyen Nağmeleri’ni Sed The Phantom Show ya da Radio Monitör benzeri Türkçe İngilizce sözcüklerle sunulan, hangi dilde olduğu, ne anlattığı anlaşılamayan ve burada belirtilmesi gerekmeyen daha pek çok program, geniş bir yelpazenin bitip tükenmeyen kıvrımlarını oluşturmaktadır.

    Devamı bu sayıda...
Selim İleri - XIX. yy. Sonu-XX. yy. Baı Türk Romanında Çevre Yitimi
Sıtkı M. Erinç - Kültür de Kültür Kültürde Kültür
George Steıner - Walter Benjamin’i Yardımcılarından Kurtarmak
Nedim Gürsel - Saraybosna’ya Dönüş
Elıas Canettı - Notlar’dan
Yukio Mişima - Hagakure Nasıl Okunmalı?
Cem Akaş - Marjinal Suç, Sanal Ceza
Faruk Ulay - İlk Ölümünden Beri Yazdıkları İkinci Ölümünden Sonra Ortaya Çıkan Adamın Esrarı
Bülent Sözer - Laiklik ve Sekülarizm Hakkında Bazı Görüşler ve  Düşünceler
Vaclav Havel - Siyaset ve Bilinç
Ece Aydoğdu-Ali Cengizkan - Her Adım Atışı Bir Tarih
Hidayet Okçugil - Zorunlu Bir Tenkid
Hülya Tufan - Yararlı Bir Yanıt
“Yön” Dergisinden Seçmeler

 

Abone olmak için idealdergi@idealkultur.com adresine mail atabilir ya da 05559811838 - 02125288541 numaralı telefonları arayabilirsiniz.
* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.