Bugünün Distopyası

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
İçindekiler
Yeri ve zamanı belirsiz bir alternatif  “kötü” gerçekliği işaret eden distopyaların eleştirel gücü ya da isabetliliği, ortaya çıktığı andaki gerçekliğin çarpık bir imgesini sunmasından ileri gelir ve bu haliyle, her nitelikli distopya ciddiye alınması gereken bir ikazdır. Sanayileşmeyle birlikte hayali toplum kurgularındaki distopyacı tonun ağır basmaya başladığı, ardından gelen iki dünya savaşıyla birlikte gerçekliğin olumsuz kurgulara giderek daha da yaklaştığı sürecin son durağı olan yirmi birinci yüzyılda ise gerçeklikle distopyanın tamamen eşitlendiği dile getiriliyor sık sık.
Cogito’dan
  • Bugünün Distopyası - Şeyda Öztürk

    Yeri ve zamanı belirsiz bir alternatif  “kötü” gerçekliği işaret eden distopyaların eleştirel gücü ya da isabetliliği, ortaya çıktığı andaki gerçekliğin çarpık bir imgesini sunmasından ileri gelir ve bu haliyle, her nitelikli distopya ciddiye alınması gereken bir ikazdır. Sanayileşmeyle birlikte hayali toplum kurgularındaki distopyacı tonun ağır basmaya başladığı, ardından gelen iki dünya savaşıyla birlikte gerçekliğin olumsuz kurgulara giderek daha da yaklaştığı sürecin son durağı olan yirmi birinci yüzyılda ise gerçeklikle distopyanın tamamen eşitlendiği dile getiriliyor sık sık.

    Kendi ütopyasını başarıyla gerçekleştirmiş tek sistem olan kapitalizmin sadece siyasal ve iktisadi yapıyla kalmayıp bireyin bilinci ve bilinçdışı da dahil olmak üzere hayatın bütün alanlarını, sadece şimdiyi değil, geleceği de sömürgeleştirdiği bugünde, hakikat ve gerçeklikle birlikte, distopyanın içerimleri, zaman ve mekânla ilişkisi de bir dönüşümden geçti. Bugünün distopyası: daimi “düşük yoğunluklu” savaş, mülteci “krizi”, ekolojik felaket, faşizmin hep yükselişi, sosyal devletin çöküşü, otoriter yönetimler, “post-hakikat” rejimi ve gözetim toplumu...

    İnsanı özgürleştirmek için insan hizmetine verilen teknolojinin, insanların hizaya sokulması, denetlenmesi için kullanılması, özgürleşmenin değil, tahakkümün aracı olması, geç kapitalizmin cilvesi, onun diyalektiği. Bireysel hayatın salt sağkalım mücadelesine indirgendiği, bireyin dünyayı deneyimleme, anlamlı bir hayat sürdürme, özneleşme, kolektifleşme, özgürleşme imkânlarının tamamen ortadan kalktığı, geçmiş ve geleceğin silindiği bugünün fiili distopyasını, hem güncel kurmaca distopyalardan hem de teknoloji, militarizasyon, kentleşme alanındaki gelişmeler üzerinden yorumlayan yazılardan oluşuyor bu dosya.

    Sayının Odak bölümünde, Küresel İncelemeler ve Sınıfsal Stratejiler Araştırma Grubu’nun Kasım 2017’de gerçekleştirdiği “Türkiye’nin Vatandaşlık Rejimi: Beden Siyaseti ve Cinsellikler” konferansında sunulan tebliğlere yer verdik. Katılımcılara teşekkür ederiz.


Yeni Perspektifler
A. J. Bartlett ve Alex Ling: Kategorik Buyruk
  • Buket Türkmen, Ozan Zeybek - Geçmişle Yüzleşmek: Almanya ve Türkiye’de Hafıza Siyaseti

    Bir Hafıza Mekânı: Auschwitz
    Yukardaki fotoğraf Auschwitz Toplama Kampı’ndan. Gaz odalarına gönderilmeden önce kadınların saçları kesilir, saçlardan kumaş yapılırmış. Fotoğraftaki kumaş topu insan saçından... Alman endüstrisi...

    Auschwitz ve Birkenau’da (araları üç kilometre olan iki kamp) bir milyonun üstünde insan öldürülmüş. Hayal etmesi dahi güç. Savaşın sonunda Sovyet askerleri kampları ele geçirdiğinde tonlarca saç; binlerce ayakkabı, gözlük, bavul, tarak, çanak-çömlek bulmuşlar. Ama toplu mezar bulamamışlar. Çünkü ölülerin hepsi yakılmış.

    Savaşın ilk yarısında (1939-42) kampa düşenlerin fotoğrafları hâlâ duruyor. Meslekleri, geliş ve infaz tarihleri biliniyor. Ortalama hayatta kalma süresi üç ay. 1943’ten sonra ise fotoğraf çekilmemiş, çünkü katliam hızlanmış. Birkenau’ya getirilenlerin dörtte üçü 8-10 dakika içinde (saçı kesilen kadınlar ise 15 dakikada) gaz odalarına götürülmüş. Aşağıdaki fotoğrafın çekildiği yolda, yetmiş beş sene önce yaşlı bir kadın ve çocuklar gaz odasına böyle yürümüş.

    Gaz odasına hemen gönderilmeyenler ise açlık ve sefillik içinde çalışmaya zorlanmış. Bugün hâlâ var olan bazı “başarılı” şirketler, o dönem açlıktan 35 kiloya düşmüş bu insanlarla ihya olmuş. Kamplara gönderilenler açlığın haricinde sözde tıbbî deneylere, organ kesmelere, kemiklerin çıkarılıp kafaların zorla şekillendirilmesine, çeşitli hastalıkların bulaştırılmasına, kısırlaştırmaya, cinsel tacizin her türlüsüne, toplu infazlara, üstlerinde denenen böcek ilaçlarına, ibret olsun diye darağacında bedenlerinin çürümeye bırakılmasına, dayağa, hakarete, işkenceye maruz kalmışlar.

    Savaşın sonuna doğru Naziler bütün delilleri yok etmeye çalışmış. Kamp arşivlerinin % 90’ının imha edildiği düşünülüyor, gaz odaları ise dinamitle patlatılmış. Ancak kalan % 10’luk kısım bile soykırımın boyutlarını göstermeye yetiyor. Yapılanları, insanın aklı almıyor. Dönemin Ekonomi ve İdare Genel Müdürlüğü [Wirtschafts -und Verwaltungshauptamt] şöyle bir hesap çıkarmış mesela:

    Toplama kampındaki mahkûmları sanayi kollarında çalıştırmak, günde 6 ila 8 Reichsmark (RM) arasında gelir getiriyor. Ancak bu hesaptan kıyafet ve gıda için 70 Pfennig [kuruş] düşmek gerekir. Bir mahkûmun ortalama ömrü 9 ay diye düşünülse bu 270 gün eder. Bu da toplam 1431 RM demektir. Cesetlerden daha rasyonel bir şekilde istifade edilebilirse kâr marjı artar: altın dişlerin, elbiselerin, kıymetli eşyaların [toplanması gerekir]. Ancak diğer yandan her cesedin yakılması 2 RM’lik ilave masrafa yol açar.

    Hikâyenin tüyler ürpertici yanlarından biri, kampın yöneticisi Rudolf Höß’ün (1940-44), eşi ve çocuklarıyla beraber Auschwitz’in 30 metre dışındaki bir evde yaşamış olması. Burada beş çocuk büyütmüş. Köpekleri, atları, havuzları varmış.  Eşi, cennet gibi bir bahçe yaptırmış, tarımla uğraşmış. (Elbette ki kamptaki mahkûmların emeğini kullanarak). Adam, tarifsiz bir vahşeti icra ettikten sonra eve gelip huzur yaşamış. Savaştan sonra yakalanmış, hemen evinin yanında, kampın kapısının karşısında idam edilmiş. Asıldığı darağacı hâlâ duruyor.

    Burada ancak ufak bir kısmını anlattığım böyle bir vahşetle nasıl yüzleşilir peki? Daha önemlisi, hatırlamak ve hatırlamamak ne anlama gelir?

    Devamı bu sayıda...
Dosya: Bugünün Distopyası
Aslı Çalkıvik: Distopya: Egemenin Ütopyası
  • Onur Ağkaya - Bir Reklam Arası: Distopya

    Bir sorum vardı. Sorulmaması gereken bir soru.
    Beni bilinmemesi gereken bir cevaba ulaştırdı.
    Peter Abernathy, Westworld [2016]

    Michael Crichton’un yazdığı ve yönettiği Westworld [1973] adlı bilimkurgu filmin, dizi olarak uyarlanan versiyonunda, başkarakter Dolores’in babası Peter’in “arızalanmadan” önceki sözleri bunlardır. Peter, içinde yaşadığını “sandığı” dünyanın bir simülasyondan ibaret olduğunun farkına varır ve “beyni” bunu kaldıramaz; sistemden çıkarılarak depoya götürülür. Westworld, bir şekilde, tam bir distopya örneği değildir; ne var ki, distopya türünün bütün emarelerini taşır: Kusursuz görünen bir sistem; karakterlerin sistemi sorgulamasıyla başlayan avantür; bilme istenci ve hakikat arayışı, dolayısıyla özgürlüğe yolculuk.

    Distopyalar, karamsar birer dünya tasvirlemelerine rağmen bu türde verilen örneklerde kurgulanan modeller, kusursuz toplumlar ve sistemlerdir. Bu mükemmel tasarımların işleyişindeki belirleyici unsurlardan ikisi; hakikat-özgürlük ilişkisi ve bireylerin sistemi düşünme ve sorgulama kapasitelerini kontrol altında tutan tertibatlardır. En çarpıcı örneği, Orwell’ın 1984’ündeki [1949] gibi rejimlerden bazıları bireyi katı bir disipline tabi tutarken, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı [1932] ve Bradbury’nin Fahrenheit 451’i [1953] ve Lem’in Gelecek Bilim Kongresi [1971] gibi kurgularda düşünme etkinliği bir tür özgürlük sanrısı ile bastırılır.

    1984’te sunulan iktidar-hakikat ilişkisi özellikle dikkat çekicidir. Bu örnekte, bir “Hakikat Nazırlığı” mevcuttur ve tüm hakikat “Parti” tarafından belirlenir. Parti’nin kullandığı slogan: “Savaş Barıştır – Özgürlük Köleliktir – Bilgisizlik Güçtür”. Distopya türünün ilk örneklerinden sayılan Zamyatin’in Biz’i [1924] ve Cesur Yeni Dünya’da (ve diğer birçok örnekte) bireylerin düşünmeleri istenmemektedir: Hakikat/bilgi zaten, parti/devlet tarafından verilmiştir. Özgürlüğe ancak, belirlenen kurallara ve hakikatlere körü körüne bağlanıldığında ulaşılır. Dolayısıyla, bireyin mutluluğu ve özgürlüğü ne kadar az düşündüğüyle orantılıdır. Bireyin kendisine verilen hakikat ve içinde yaşadığı sistem üzerinde düşünerek bunları sorgulaması, yalnızca totaliter olduğu varsayılan 1984, Biz ya da Koestler’in Gün Ortasında Karanlık’ı [1940] gibi distopyalara özgü değildir; Cesur Yeni Dünya ve Fahrenheit 451 gibi burjuva toplum tasarımlarında da bu tip direniş formları kabul edilen bir davranış normu değildir. Biz, 1984 ve Gün Ortasında Karanlık distopyalarında, bireyden yalnızca parti/iktidar tarafından verilen hakikati kabul etmesi beklenirken Cesur Yeni Dünya ve Fahrenheit 451’de birey özgür olduğuna inandırılır ve düşünme etkinliğinden farklı tertibatlar vasıtasıyla mahrum bırakılır. Yahut da Gelecek Bilim Kongresi’nde olduğu gibi her yerde apaçık bulunan hakikat çarpıtılır. Örneğin, 1984’te Parti, bireylerden “çiftdüşünce” tekniğiyle karşıt kavramların bir arada kullanıldığı gerçeğe aykırı fikirleri kabul etmesini ve gerektiğinde Parti’ye bağlılığı doğrultusunda irrasyonel olanı kabul etmesini beklemektedir.

    Devamı bu sayıda...
Elifsu Tanyeri: Stiegler Düşüncesinde Birlikte Yaşamın Krizi: Distopya, Robotlar ve Farmakolojik Teknoloji
Zeynep Direk: Emel Şahinkaya Resimleri: Ütopyadan Distopyaya
Onur Kartal: Biyopolitik Distopya: Yorgos Lanthimos Sinemasından “İnsan” Manzaraları
Aslı Daldal: Taşra Üçlemesi’nden Kış Uykusu’na Nuri Bilge Ceylan’ın Distopik Yolculuğu
Ece Ceylan Baba: Kanal İstanbul: Ütopya mı, Distopya mı?
  • Özen Nergis Dolcerocca - Tekno-Distopyaların Cinsiyeti: Ovidius’tan Westworld’e İnsansonrası Yaratılış Mitleri

    “Her erkek-yaratıcı kendisi için bir kadın yapar. İlk insanın erkek olduğu safsatasına inanmıyorum. Eğer dünyayı erkek bir tanrı yarattıysa, o zaman mutlaka önce kadını yaratmıştır.” Thea von Harbou’nun, bir yıl sonra Fritz Lang ile birlikte sinemaya uyarlayacağı fütüristik bir kent distopyasını anlatan romanı Metropolis’te, yeraltı şehrinde yaşayan işçilerin felaketini getirecek olan robotun neden kadın olduğunu, mucidi Rotwang böyle açıklar. Rotwang’in iddası elbette makuldür: Antik Yunan’dan bu yana yaratıcı erkek imgesi yarattığı mükemmel kadından ayrı düşünülemez. Bu arketip hikâyede yaratılan kadın, yaratan erkeğin cinsel fantezilerinin süblimleşmiş halidir. Havva Adem’e “yardımcı” olsun diye yaratılmıştır. Pygmalion ona tapacağı mükemmel bir kadın heykeli yapar ve Venüs’ten ona hayat vermesini diler. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, makine devrimiyle gelişen bilimkurgu yazını, kendi zevkleri için kadın otomatonlar yaratan erkek mucit kahramanlarla tanıştırır bizi. Sinema ise sessiz film döneminden bugüne kusursuzca tasarlanmış robot ve biyonik kadın fantezileriyle doludur. İnsansonrası düşünce kendi ütopya ve distopyasını kurgularken, kadın bedeni ile teknolojiyi benzer hikâyelerde bir araya getirir. Yapay kadınlar, kadın otomatonlar, siborglar, biyonikler erkeklerin arzularını karşılamak için tasarlanmış kusursuz kadın inşa etme fantezisine hizmet ediyor gibidirler.

    Ancak bu benzer yapay-kadın imgeleri erkek fantezisi olmanın ötesinde veya onunla birlikte, cinsiyet, ırk, sınıf ve teknolojiye dair çeşitli kaygıların da kristalleşmiş halleridir. Örneğin, Metropolis distopyasında robot Maria’nın tek rolü erotik bir oyuncak olmak değildir. Maria makine-insanın bir topluma getirebileceği felaketlerin vücuda gelmiş şekli, gerçek (yani insan-kadın) Maria’nın zıt bir kopyası, onu tamamlayan aksi imgesidir. Biyolojik kadın, adını aldığı Meryem gibi anaç, masum ve temiz bir karakterken, onun robot hali fettan, iki yüzlü ve ahlaksızdır. Daha sonra gelecek olan birçok tekno-distopya anlatısında da cinsiyet önemli bir rol oynar: robotlar veya siborglar kadın olduklarında makinenin tehdidi boyut ve anlam değiştirir. Bu öykülerde teknoloji ile cinsellik arasında kurulan bağ eril bir hayal gücünün ve onun bir dizi çelişik kalıbının temsili haline gelir. Her ne kadar bazı çağdaş, özellikle feminist bilimkurgu yazarları teknoloji temsillerini cinsel kimlikleri sorgulamak için kullansa da, azımsanmayacak sayıda distopik anlatı inkar edilemez bir ısrarla geleneksel kadınlık anlayışını dayatır. Bu yazıda sormak istediğim soru bu ısrarla ilgili: Bugüne dair endişelerimizi geleceğe yansıtan tekno-distopyalar neden en çok kadın bedeni etrafında kurgulanır? Erkek bedeni ile makina sorunsuz birleşirken, teknoloji üzerine korkularımız neden çoğu kez kadınlığa dair endişelerle yer değiştirir? Kısacası, Rotwang doğru ama eksik söylemiştir: İnsansonrası (post-human) yaratılış hikâyelerinde kadın yalnızca erkek için yaratılan bir eş değil, aynı zamanda teknoloji ve makineleşmeyle gelen Platoncu endişelerin dışavurumudur.
    Benzer soruları başka eleştirmenler de dile getirmiş, çeşitli cevaplar vermişlerdir. Feminist teorisyenler de siborglar, yani organik ve mekanik karışımı canlılar üzerine en çok yazan eleştirmenlerin başında gelir. İnsan-makine alaşımının hem erkek-egemen ideolojiye hizmet etmesinden hem de ona radikal şekilde meydan okuma potansiyeline sahip olmasından ileri gelir bu çalışmalar. Ben bu yazıda, bir yandan bu yazarların bazılarının argümanlarına değinirken, bir yandan da yapay-kadın imgesinin tarihine, insansonrası endişelere ve bir örnek olarak günümüzün popüler tekno-distopyası Westworld dizisine değineceğim.

    Yaratılış, Siborglar ve İnsansonrası Düşünce
    İnsan kavramı insan olmayanın tasvirine dayanır, yani negatif olarak tanımlanır. İnsan nedir sorusu, insanın dışında kalan üzerinden yanıtlanır. Örneğin, “İnsan X bir hayvandır” gibi basit bir tümce, insan taksonomisinin matematiğini, kara cümlesini verir: İnsan konuşan/ toplumsal/ düşünen bir hayvandır vb. Hayvanın yap(a)madığı şeylerdir insan. İnsan olmak, teknoloji aracılığıyla doğanın, hatta insan doğasının bile üstesinden gelmek, ona karşı üstünlük kurmaktır. İnsanlığımıza hayvanlığımızın üstesinden gelerek kavuşuruz. Bir yandan hayvanın doğallığına, gücüne veya masumluğuna özenirken, bir yandan da türümüzü ayırt eden özellikleri bir hiyerarşi içinde sıralar, bu karşıt tanımlamadan bir üstünlük çıkarırız. Olumsuzlayarak tanımladığımız insan türü de aslında homojen bir kategori değildir; kendi içinde bir hiyerarşik çoğunluk taşır. Asıl ve asil, büyük harfle İnsan beyaz (veya egemen ırktan) muktedir erkek olarak kodlanırken, örneğin kadınlar, öteki ırktan olanlar, yoksullar veya engelliler daha az insandır. Bu anlayış, bazen açıktan bazen de dolaylı olarak şu hayvanlaştırılmış insan imgelerini yaratır: kadın doğurgan ve zayıftır ve bu haliyle doğaya, yani hayvana yakındır; özellikle sömürgeci anlatılarda siyahlar ilkellikleriyle maymunlara benzetilir; yoksullar pis ve saldırgandır, hayvanlaştırılır ve kriminalize edilirler; engelliler beceremedikleri işlevlerle hayvana benzetilirler.

    İnsandan hayvana uzanan tasnif hiyerarşisinde insanlar arası eşitlik söz konusu değildir. İnsan bu mertebeye kendi zıddıyla ayrışarak, daha doğrusu kendi ikiliklerini yaratarak ulaşır. Burada, kolayca görüleceği üzere, asıl ve asil olanın iktidar endişesi, insan olmayı tanımlama endişesiyle birleşir. İnsan olmak ne demektir sorusu, “insan X teknolojisine sahip hayvandır” kadar, hayvanlaştırdığımız insan sınıfları üzerinden de yanıtlanabilir. Peki ya makinalar, robotlar, siborglar, sibernetik organizmalar? Onları insanlık skalasında nereye koyuyoruz? İnsan olduğumuzu hangi farklılaştırma stratejileriyle kanıtlıyoruz? Zira, teknolojilerimiz aracılığıyla hayvanlığımızın üstesinden gelerek insan oluyorsak, tekno-insan bizim için daha büyük bir taksonomi ve tanımlama sorunu teşkil ediyor olmalı. Yalnızca tümüyle makine olan robotlar değil, organik ve mekanik alaşımı siborglar ve hatta trans-insan (transhuman) adı verilen, teknolojinin imkânlarıyla tasarlanmış bir evrim süreciyle mükemmelleşen mekanik insanlar, yani insandan sonrasına uzanan kimi gerçek kimi kurgusal tüm bu teknolojiler, bizi insandan başka bir şey mi yapar?

    Devamı bu sayıda...

Odak: Vatandaşlık Rejimi, Cinsellikler ve Beden Siyaseti
Cenk Özbay ve Maral Erol: Vatandaşlık Rejimi, Cinsellikler ve Beden Siyaseti
Evren Savcı: Trans Seks İşçileri ve Derin Vatandaşlık
Haktan Ural: Türkiye’de Bir Mekân Stratejisi Olarak Queer Yuva İmkânları
Volkan Yılmaz: Türkiye’de Cinsel Sağlık Politikaları ve Haklar
Ayşecan Terzioğlu: Vatandaşlığı Biyoiktidar ve Sağlık Eşitsizlikleri ile Tartışmak
Cenk Özbay: İstanbullu Homonormativite ve  Üst-Orta Sınıf Gey Erkekler Kitap
İmge Oranlı: Hannah Arendt ve Siyasette Yalan

Geçen Sayıdakiler
Hermeneutik
Yazarlar Hakkında

Abone olmak için idealdergi@idealkultur.com adresine mail atabilir ya da 05559811838 - 02125288541 numaralı telefonları arayabilirsiniz.
* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.