Yaz Üçgeni

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Güven Turan’dan yepyeni bir aşk romanı: Yaz Üçgeni

Güven Turan, 1979 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazanan ilk romanı “Dalyan” ile romancılığını kanıtlamış, “Dalyan”dan sonra “Yalnız mısın?” ve “Soğuk Tüylü Martı” romanlarında aşkın yarattığı kimlik kargaşasına yepyeni bakışlar getirmişti. Yirmi üç yıl aradan sonra Güven Turan yepyeni bir aşk romanı yazdı: “Yaz Üçgeni”.

“Yaz Üçgeni” yalnızlıkların ve sevgi arayışlarının karanlık çeperlerine dokunan bir roman. Güven Turan bugünün dili ve parlak anlatımıyla adeta aşkın geometrisini çıkarıyor.

Barış, sallantıdaki ilişkisini bitirmenin eşiğindeyken Melis’le tanışır. Bir yandan çelişkilerinin ve açmazlarının temelindeki büyük yalnızlığını kavramak, öte yandan tutkuların birdenbire çatallanan ve hızlanan trafiğini yönetmek durumundadır. Barış’ın İstanbul’da Melis ve İris’le, Bodrum’da yine Melis ve Hale ile yaşadıkları astronomide “yaz üçgeni” diye bilinen bir yıldız görüntüsünde sembolleşir.

“Şu?” “Hangisi?” “Şu, tam üçgen şeklinde olan?” “Özel bir adı yok. ‘Üçgen’ deniyor. Yazın iyice yükseldiği için ‘Yaz Üçgeni’ de denir.” Hale bir kahkaha attı; durdu, gene güldü, “Vay, Yaz Üçgeni ha?” dedi, “Müthiş erotik!”

Tuvalete girip kapıyı kapattıktan sonra oturdu klozet kapağının üstüne, bakındı çevresine. Her tarafı kapalıydı tuvaletin. ‘Tam intihar edilecek yer’ diye geçirdi içinden. Kimse farkına varmazdı; bulamazdı uzun bir süre. Kim kime dumduma... Elli kişinin çalıştığı bir yerde bir tuvalet hep dolu olabilirdi. Kendisini de merak etmezlerdi. Kaytardığını sanırlardı. Tam bir yitiş olamazdı gene de. Biri, temizlikçiler örneğin, kapıya yüklenirdi. Ertesi gün, her şeyinin masada hâlâ durmakta olduğunu gören biri işkillenebilirdi. Hem neyle intihar edebilirdi ki? Golden shot? Sigara bile içmediğine göre, eroini nereden, nasıl bulacaktı? Kime sorup isteyecekti? Silah sesi duyulur muydu? Bileklerini kesse? Tabanca bulmaktan daha kolaydı. Ha eroin peşine düşmüş ha tabanca, nerde bulunurlardı ki? Masasının çekmecesinde keskin bir exacta vardı. İntihar edebileceği tek araç... Birden intiharı ölüm düşüncesinden bağımsız düşünmekte olduğunu fark etti. İntihar etmek, ölmek demekti, başka neydi ki? Ölmeden intihar etmiş sayılmazdı ki insan. Peki, şöyle: İntihar bir edimdir, ölümse bir entropi. İyi de, yüz yaşına kadar yaşamak isteyen kendisi değil miydi? Ölürse nasıl görürdü yüz yaşını? Ağır bir hüzünle karışık ağır bir iç daralması duydu. Hızla kalktı kapağın üstünden, sifonu çekti, bekledi, kapıyı açtı, bakındı, kimse yoktu görünürde, çıktı.

Uzun uzun elini yıkayıp masasına döndü. Telefonu açtı, mesaj servisini aradı, kimse aramamış, mesaj bırakmamıştı. Cep telefonundan Güner’i aradı. Kapalıydı Güner’in telefonu. Saatine baktı: Altıya yaklaşıyordu. Güner neredeydi acaba? Yediyle yedi buçuk arası buluşmayı kararlaştırmışlardı. Daha doğrusu öyle çok ısrar etmişti ki buluşmayı, sonunda kabul etmişti Güner.

Masasının üstünü toplamaya başladı. Notebook’unu kapattı, çantasına koydu. Sigarayı bırakmak hafifletmişti işini: Ne paket ne çakmak... Ya pipo içmeye kalktığı zaman? Okumakta olduğu kitapla New “York Review of Books” dergisini de tıktı çantasına. Sonra masa bilgisayarını kapattı. İşlerini çoktan göndermişti yayın yönetmenine. Hoş ne kadar işti, elindeki listeye göre internetten yabancı dergilerin, gazetelerin sitelerine girip son sayılarını tarayarak ilginç bulduklarını indirip onları çevirmek ve özgün metinle çevirisini göndermek, gene internet üzerinden. Evinde bile yapardı bunu ama her sabah trafik yoğunluğuna göre uzun ya da nispeten kısa bir yolculuk yapıp plazaya gelmek ona güven veriyordu işte; güçlü hissediyordu kendisini: Bir işi vardı.

Otomobili AKM’nin otoparkına bıraktıktan sonra, yürüdü İstiklal Caddesi’nin kalabalığında. Bu saatte kalabalık daha çok Meydan’dan Galatasaray’a doğru akıyordu. O da bu akıntının içindeydi. Saptı ara sokağa, girdi bara. Neredeyse bütün masalar dolmuştu. Özellikle pencere yanı masalarının tümü kapılmıştı. Bara yürüdü, oturdu, saatine baktı. Yediyi beş geçiyordu. Başını kaldırdı, barmenin arkasındaki duvarın raflarına, taa tavana kadar sıralanmış şişeleri incelemeye başladı. Bir sürü viski ve malt vardı. Sonra likörler geliyordu. Çok kullanılanlar hemen barmenin dirseği hizasındaydı. Campari, Bacardi, J&B, Johnny Walker... Rakılar... Bu kez, aşağıdan yukarıya taramaya başladı şişeleri. Birkaç Fransız konyağı, İtalyan vermutları, Alman öksürük ilaçları... Başka ne denilebilirdi ki o korkunç bitki özlü nesnelere? Başını indirdi, barmenle göz göze geldiler. Birden salt tuhaflık olsun diye bir cin-martini istemek geldi içinden. Sadece lüks otellerin barlarında cesaret edebiliyordu martini istemeye. Barmen sesini çıkartmadan dik dik bakıyordu. “Bir Corona...” dedi telaşla. Barmen eğildi tezgâhın altından patırtılı bir kapak açtı, şakırtılarla bir şişe çıkarttı, tezgâhın üstüne koydu, açtı, şişenin ağzına bir limon dilimi sıkıştırdı, sürdü önüne. Şişenin üstü buğulanmış hemen. Uzanıp şişeyi aldı, şişenin soğukluğu avucundan bileğine kaydı, hafifçe ürperdi. Kaldırdı şişeyi: Biranın buruk tadı limonun keskinliğinde yeni bir tada dönüşerek aktı ağzına.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.