Köpeğimi Alıp Erkenden

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Bir alışveriş merkezinin güvenlik şefi olan Tracy Waterhouse için sıradan bir gündü, sahip olmayı aklından bile geçirmediği bir şeyi satın alana kadar... Bir çılgınlık anında verdiği kararla Tracy’nin yarım asırlık yeknesak hayatı altüst olacaktı.

Birbiri ardına geçip giden sıkıcı günlerin yerini, her adımda yeni bir korku ve tehlikeyle yüzleşeceği müthiş bir macera alacaktı. 

Bu tuhaf alışverişin etrafında, hafızasını yitirmekte olan yaşlı aktris Tilly’yi, bir araştırma için memleketine dönen dedektif Jackson Brodie’yi ve karşılarına çıkan çeşit çeşit insanı buluşturan iç burkucu bir hikâye örülüyor.

Kate Atkinson’ın müthiş bir incelikle kurguladığı bu girift hikâyede anlatılan kişiler ne birer kahraman ne de cani. Köpeğimi Alıp Erkenden, suçlular ile sıradan insanları karşı karşıya değil yan yana getiren, sarsıcı bir ahlaki sorgulamanın romanı. Geçmişin asla geride bırakılamayacağına dair ürpertici bir hatırlatma…
Suç Dosyaları, Çarkıfelek ve Güzel Haber Ne Zaman Gelir? romanlarından tanıdığımız dedektif Jackson Brodie’yle yeni bir buluşma.

“Romanın her sayfasından karşı konulmaz bir coşku fışkırıyor… Zekâ, açıksözlülük, şefkat ve profesyonelliğin sıra dışı birlikteliği.” –Guardian

“Atkinson’ın dedektif romanları modern zamanların tuhaflığını çok iyi yansıtıyor. Keskin bir mizah anlayışı, duyguları da işin içine katan bir yoğunluk ve dört dörtlük bir zekâ iş başında.” –Independent

“Atkinson’ın en iyi romanı. Aslında, tür ayırt edilmeksizin, İngiltere’de son yıllarda yayımlanmış en iyi roman demeliyiz… Keskin gözlemlerle dolu, eleştirel ve zekice bir iş.” –Mirror

“Kate Atkinson, suç edebiyatında kendine has bir alt-tür yarattı… Dokunaklı, mizahi, gerçeküstü… Her anlamda eğlenceli.” -The Times

1975: 9 Nisan

Leeds: ‘Yetmişlerin Otoban Şehri.’ Ne slogan ama! Dalga geçmiyorum. Sokakların bazısında hâlâ hava gazı fenerleri titreşiyor. Kuzey şehirlerinden birinde yaşam.

Bay City Rollers listelerde bir numara. Memleketin her köşesinde IRA bombaları. Muhafazakâr Parti’nin yeni lideri Margaret Thatcher. Bu ayın başında, Albuquerque’de, Bill Gates geleceğin Microsoft’unu kurdu. Ay sonunda Saygon, Kuzey Vietnam ordusuna teslim olacak. The Black and White Minstrel Show hâlâ yayında, John Poulson hâlâ hapiste. Bye Bye Baby, Baby Goodbye. Her şey bir tarafa, Waterhouse’un tek derdi, külotlu çorabının parmak ucundaki delikti. Her adımda büyüdükçe büyüyordu. Daha o sabah çıkarmıştı paketinden.

Lovell Park konutlarından birinin on beşinci katında demişlerdi ve –tabii ki– asansör bozuktu. İki polis memuru oflaya puflaya merdivenleri tırmanıyordu. Tepeye yaklaştıkça, her sahanlıkta durup dinlenir olmuşlardı. Stajını yeni bitmiş, iri yarı, hantal bir kız olan polis memuru Waterhouse ile kalbi muhtemelen yağ pompalayan Yorkshire’lı şişman polis Ken Arkwright. Everest’e tırmanıyorlar.

Karındeşen’in cinayet cümbüşünün başlangıcına birlikte tanıklık edeceklerdi, ama Arkwright, cümbüş nihayete kavuşmadan çok önce emekliye ayrılacaktı. Bradford’un Kara Panter’i Donald Neilson henüz yakalanmamıştı; Harold Shipman ise Pontefract Hastanesi’nde eline düşen zavallı hastaları teker teker öldürmeye başlamıştı çoktan. 1975’te Yorkshire’ın batısı seri katil kaynıyordu.

Ne yalan söyleyeyim, kendi kabul etmese de Waterhouse henüz çaylağın tekiydi. Tamam, Ken Arkwright birçoğundan daha çok görmüş geçirmiş bir polisti gerçekten; fakat bu tecrübe ne neşesine halel getirmişti ne tontonluğuna. İyi polis, yeniyetme kıza sahip çıkıyordu işte. Sepette çürük elmalar da vardı tabii ki –David Oluwale’in ölümü West Riding polis teşkilatının tarihinde karanlık bir sayfa olarak anılıyordu hâlâ. Arkwright bu durumdan muaftı. Ama bak, gerektiğinde şiddet kullanmaktan çekinmezdi, bazen gerekmediğinde de. Ancak, iş ödül ve cezaya geldi mi renge göre ayrım yapmazdı hiç. Kadınları sorsan, genellikle ya şıllıktı ya orospu, ama bir iki sokak kızına sigaraydı paraydı yardım etmişliği de vardı, üstelik karısını ve kızlarını da severdi.

Öğretmenleri Tracy’ye yalvarmıştı kalsın da bir baltaya sap olsun diye, ama on beş yaşında okulu bırakıp steno-daktilo kursuna gitmiş, sonra da Montague Burton’un ofisinde stajyer olarak işe başlamıştı. Bir an önce yetişkinler gibi yaşamak için bir heves bir heves. İnsan Kaynakları’ndaki adam, “Zeki bir kızsın sen,” demişti sigara tutup, “ilerlersin. Kim bilir, belki bir gün genel müdür sekreteri olursun.” Genel müdür nedir bilmiyordu tam olarak. Sekreterin ne iş yaptığından da pek emin değildi. Adam gözleriyle yiyordu kızı.
On altısında henüz hiçbir oğlanı öpmemiş, ağzına içki sürmemişti, Blue Nun1 bile. Hiç avokado yememiş, hiç patlıcan görmemiş, uçağa hiç binmemişti. Öyleydi o seneler.

Etam’dan tüvit bir manto ile bir şemsiye almıştı ya, her şeyi tamamdı. Ya da kendince tamam neyse, o kadar işte. İki yıl sonra teşkilata girdi bir şekilde. İnsan kendini böyle bir şeye nasıl hazırlardı ki! Bye Bye, Baby.

Eskiden baba evinden hiç kopamayacağını sanıp dertlenirdi. Babası Muhafazakârlar lokalinde demlenirken (çok abartmadan), o da akşamlarını annesiyle televizyon karşısında geçirirdi. Annesi Dorothy’yle birlikte The Dick Emery Show’u ya da Steptoe and Son’ı ya da Mike Yarwood’un Steptoe and Son taklidi yapışını izlerdi. Ya da Edward Heath’in omuzlarını bir aşağı bir yukarı oynatıp duruşunu. Mike Yarwood, Margaret Thatcher’ın liderliği ele geçirdiği gün çok üzülmüştür eminim. Herkes için üzücü bir gündü. Taklitçilerin ne işe yaradığını bir türlü anlayamamıştı zaten.

Karnı gurul gurul gurulduyordu. Bir haftadır çökelek ve greyfurt diyetindeydi. Acaba hâlâ fazla kilosu olan bir insan da açlıktan ölür müydü?

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.