Kafamda Bir Tuhaflık

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

"Kafamda Bir Tuhaflık" hem bir aşk hikâyesi hem de modern bir destan. Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıl çalıştığı roman, bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul’daki hayatlarını hikâye ediyor.

1969 ile 2012 arasında, kırk yılı aşkın bir süre Mevlut, İstanbul sokaklarında yoğurtçuluk, pilavcılık, otopark bekçiliği gibi pek çok iş yapar. Bir yandan sokakların çeşit çeşit insanla dolmasını, şehrin büyük bölümünün yıkılıp yeniden inşa edilmesini, Anadolu’dan gelip zengin olanları izler; diğer yandan ülkenin içinden geçtiği dönüşümlere, siyasi çatışmalara, darbelere tanık olur. Onu başkalarından farklı kılan şeyin, kafasındaki tuhaflığın kaynağını hep merak eder. Ama kış akşamları boza satmaktan ve sevgilisinin aslında kim olduğunu düşünmekten hiç vazgeçmez.

Aşkta insanın niyeti mi daha önemlidir, kısmeti mi? Mutluluk veya mutsuzluğumuz bizim seçimlerimize mi bağlıdır, yoksa bizim dışımızda mı gelişip başımıza gelirler?

"Kafamda Bir Tuhaflık" bu sorulara cevap ararken aile hayatıyla şehir hayatının çatışmasını, kadınların ev içlerindeki öfke ve çaresizliklerini resmediyor.

Mevlut ile Rayiha

Kız Kaçırmak Zor İş

Bu, boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatının ve hayallerinin hikâyesi. Mevlut, Asya’nın en batısında bir yerde, puslu bir göle uzaktan bakan yoksul bir Orta Anadolu köyünde 1957’de doğdu. On iki yaşındayken İstanbul’a geldi ve ondan sonra hep orada, dünyanın başkentinde yaşadı. Yirmi beş yaşındayken köyünden bir kız kaçırdı; tuhaf bir şey oldu bu, bütün hayatını belirledi. İstanbul’a döndü, evlendi, iki kızı oldu. Yoğurtçuluk, dondurmacılık, pilavcılık, garsonluk gibi çeşit çeşit işte hiç durmamacasına çalıştı. Ama akşamları İstanbul sokaklarında boza satmayı ve tuhaf hayaller kurmayı hiçbir zaman bırakmadı.

Kahramanımız Mevlut uzun boylu, sağlam ama zarif yapılı, iyi görünüşlüydü. Kadınlarda şefkat uyandıran çocuksu bir yüzü, kumral saçları, dikkatli ve zeki bakışları vardı. Yalnız gençliğinde değil, kırkından sonra bile yüzünün çocuksu olmasını ve kadınların onu güzel bulmasını, Mevlut’un bu iki temel özelliğini hikâyemizin anlaşılması için arada bir okurlarıma hatırlatacağım. Mevlut’un her zaman iyimser ve iyi niyetli olmasını –bazılarına göre saflığını– ise ayrıca hatırlatmama gerek kalmayacak, siz de göreceksiniz. Okurlarım benim gibi Mevlut’la tanışsalardı, onu yakışıklı ve çocuksu bulan kadınlara hak verirler, hikâyemi renklendirmek için abartmadığımı teslim ederlerdi. Bu vesileyle, bütünüyle gerçek olaylara dayanan bu kitap boyunca hiç abartmayacağımı, zaten olup bitmiş bazı tuhaf olayları, okurlarımın daha iyi takip edip anlamasına yardım edecek bir şekilde sıralamakla yetineceğimi belirteyim.

Kahramanımızın hayatını ve hayallerini daha iyi anlatabilmek için hikâyesinin ortasından bir yerden başlayacak, önce Mevlut’un 1982 Haziran’ında (Konya’nın Beyşehir kazasına bağlı) komşu Gümüşdere köyünden kız kaçırmasını anlatacağım. Mevlut kendisiyle kaçmaya razı olan kızı ilk defa dört yıl önce İstanbul’da bir düğünde görmüştü. Bu, amcasının büyük oğlu Korkut’un 1978’de Mecidiyeköy’deki düğünüydü. Mevlut, İstanbul’da düğünde gördüğü çok güzel ve çocuk yaştaki (on üç yaşındaydı) kızın da kendisini beğenmesine inanamadı hiç. Kız, amcasının oğlu Korkut’un karısının kız kardeşiydi ve ablasının düğünü için geldiği İstanbul’u hayatında ilk defa görüyordu. Mevlut ona üç yıl aşk mektupları yazdı. Kız cevap vermedi, ama mektupları ona ulaştıran, Korkut’un kardeşi Süleyman Mevlut’a hep umut verdi ve devam etmesini söyledi.

Şimdi kız kaçırırken, Süleyman gene amcaoğlu Mevlut’a yardım ediyor: İstanbul’dan çocukluğunu geçirdiği köye, Mevlut ile geri geldi Süleyman, kendisine ait Ford kamyonetin şoför yerine geçti. İki arkadaş kimselere görünmeden kaçırma planı yaptılar. Buna göre Süleyman, Mevlut ile kaçıracağı kızı Gümüşdere köyünden bir saat uzaklıkta bir yerde kamyonette bekleyecek, herkes iki âşığın Beyşehir yönüne gittiğini zannederken onları kuzeye götürecek, dağları aşıp Akşehir tren istasyonuna bırakacaktı.

Mevlut dört beş kere planın üzerinden geçmiş, soğuk çeşme, dar dere, ağaçlı tepe, kızın evinin arka bahçesi gibi önemli mekânları daha önce ikişer kere gizlice ziyaret etmişti. Süleyman’ın kullandığı kamyonetten yarım saat önce inmiş, yol üstündeki köy mezarlığına girmiş, mezar taşlarına bakıp dua etmiş, her şeyin yolunda gitmesi için Allah’a yalvarmıştı. Kendine bile itiraf edemiyordu ama Süleyman’a karşı bir güvensizlik duyuyordu. Ya Süleyman arabayla dediği yere, çeşme başına gelmezse, diye düşündü. Kafasını karıştıracağı için bu korkuyu kendine yasakladı.

Mevlut’un üzerinde ta babasıyla yoğurt sattıkları ortaokul yıllarından kalma Beyoğlu’ndaki bir dükkândan aldığı yeni bir kumaş pantolon ve mavi bir gömlek, ayağında askere gitmeden önce Sümerbank’tan aldığı ayakkabılar vardı.

Hava karardıktan az sonra Mevlut yıkık duvara yaklaştı. Kızların babası Boynueğri Abdurrahman’ın beyaz evinin arka penceresi karanlıktı. On dakika erken gelmişti. İçi içine sığmıyor, sürekli karanlık pencereye bakıyordu. Eski zamanlarda kız kaçırırken kan davası tuzağına düşürülüp vurulanlar ve gece karanlıkta koşarken yolunu şaşırıp yakalananlar geliyordu aklına. Kız son anda vazgeçip kaçmayınca rezil olanları da hatırlayıp sabırsızlıkla ayağa kalktı. Allah’ın kendisini koruyacağını söyledi kendine.

Köpekler havladı. Pencere bir an aydınlandı ve karardı. Mevlut?’un kalbi hızla atmaya başladı. Eve doğru yürüdü. Ağaçların arasında bir kıpırtı işitti, kız fısıldar gibi adını seslendi:
“Mev-lut!”

Askerden yazdığı mektupları okumuş ve ona güvenen birinin şefkatli sesiydi bu. Mevlut yüzlerce mektubu tek tek aşkla, istekle yazışını, bütün varlığını o güzel kızı ikna etmeye adayışını, mutluluk hayallerini hatırladı. En sonunda kızı etkilemeyi başarmıştı işte. Hiçbir şey göremiyordu, ama sihirli gecede sese doğru uykuda gezer gibi yürüyordu.

Karanlıkta birbirlerini buldular. Kendiliğinden el ele tutuşup koşmaya başladılar. Ama on adım sonra köpekler havlamaya başlayınca Mevlut şaşırıp yolunu kaybetti. İçgüdüleriyle ilerlemeye çalıştı, ama kafası karışmıştı. Gecenin içinde ağaçlar bir belirip bir kaybolan beton duvarlar gibiydiler, yanlarından tıpkı rüyalardaki gibi hiç çarpmadan geçiyorlardı.

Keçiyolu bitince Mevlut daha önce planladığı gibi karşılarına çıkan yokuşa vurdu. Kayalar arasından kıvrıla kıvrıla yamaçlara çıkan dar yol, bulutlu kapkaranlık göğe çıkıyormuş gibi dikleşti. Yarım saate yakın tırmanıp yamacın tepesinde hiç durmadan el ele yürüdüler. Gümüşdere’nin ışıkları, daha arkada kendi doğup büyüdüğü Cennetpınar gözüküyordu buradan. Peşlerine düşen olursa, onları kendi köyüne götürmemek için, hatta Süleyman’ın gizli bir planına karşı bir içgüdüyle Mevlut ters yöne yürümüştü.

Köpekler hâlâ deli gibi havlıyorlardı. Mevlut köye artık yabancı olduğunu, hiçbir köpeğin onu tanımadığını anladı. Az sonra Gümüşdere köyü yönünden patlayan bir silahın sesi geldi. Kendilerini tuttular ve yürüyüş hızlarını değiştirmediler, ama bir an susan köpekler gene havlamaya başlayınca yamaçtan aşağıya koşmaya başladılar. Yüzlerine yapraklar, dallar sürünüyor, paçalarına dikenler takılıyordu. Mevlut karanlıkta göremiyor, her an bir kayaya takılıp düşeceklerini sanıyordu, ama olmuyordu bu. Köpeklerden korkuyordu, ama Allah’ın kendisini ve Rayiha’yı koruduğunu ve İstanbul’da çok mutlu bir hayatları olacağını anlamıştı.

Akşehir yoluna nefes nefese ulaştıklarında, Mevlut geç kalmadıklarından emindi. Süleyman da kamyonetiyle gelirse artık kimse Rayiha’yı elinden alamazdı. Mevlut her mektuba başlarken kızın güzel yüzünü, unutulmaz gözlerini düşünür, güzel adını, Rayiha, diye sayfanın başına coşkuyla, özenle yazardı. Bunları hatırlayınca sevinçten yerinde duramadığı için adımları hızlanıyordu.

Şimdi karanlıkta, kaçırdığı kızı hiç göremiyordu. Hiç olmazsa ona dokunmak, öpmek istedi ama Rayiha taşıdığı bohçayla hafifçe karşı koydu. Mevlut bundan hoşlandı. Bütün hayatını geçireceği kişiye evlenmeden önce dokunmamaya kararlıydı.

El ele yürüyerek Sarp Deresi’ni aşan küçük köprüyü geçtiler. Rayiha’nın eli kuş gibi hafif ve narindi. Uğultulu dereden kekik ve defne kokan serin bir hava geliyordu.

Gece mor bir ışıkla aydınlandı; sonra gök gürüldedi. Mevlut uzun tren yolculuğundan önce yağmura yakalanmaktan korktu, ama adımlarını hızlandırmadı.

On dakika sonra, öksürüklü çeşmenin yanında Süleyman’ın kullandığı kamyonetin arka ışıklarını uzaktan gördüler. Mevlut mutluluktan boğulacak gibi oldu.

Süleyman’dan kuşkulandığı için kendini suçladı. Yağmur da başlamıştı. Sevinçle koştular, ama ikisi de yorgundu ve Ford kamyonetin ışıkları sandıklarından da uzaktaydı. Kamyonete varıncaya kadar sağanak yağmurda iyice ıslandılar.

Rayiha bohçasıyla kamyonun karanlık arka kısmına geçti. Mevlut ile Süleyman bunu daha önceden planlamışlardı: Hem Rayiha’nın kaçtığı anlaşılır da jandarma yollarda arama yapar diye, hem de Rayiha Süleyman’ı görüp tanımasın diye.

Öne otururlarken, “Süleyman, bu dostluğunu, bu kardeşliğini hayatım boyunca unutmayacağım!” dedi Mevlut. Kendini tutamayıp amcaoğluna bütün gücüyle sarıldı. 

Süleyman’ın aynı coşkuyu gösterememesini, güvensizliğiyle onun kalbini kırmış olmasına bağladı.

“Bu yardımımı kimseye söylemeyeceğine yemin et,” dedi Süleyman.

Mevlut yemin etti.

“Kız arka kapıyı kapayamadı,” dedi Süleyman. Mevlut çıkıp karanlıkta kamyonetin arkasına yürüdü. Aracın kasasını genç kızın üzerine kaparken bir şimşek çaktı, bütün gökyüzü, dağlar, kayalıklar, ağaçlar, her yer bir an uzak hatıralar gibi aydınlandı. Mevlut birlikte bütün bir ömür geçireceği karısının yüzünü ilk defa yakından gördü.

Hayatı boyunca bu ânı, bu tuhaflık duygusunu çok sık hatırlayacaktı.

Kamyonet hareket ettikten sonra Süleyman “Al şunu kurulan,” diyerek torpido gözünden çıkardığı bir bez parçasını Mevlut’a uzattı. Mevlut bezi kokladı, pis olmadığına karar verince kamyonetin kasasına açılan delikten uzanıp arkadaki kıza verdi.

Çok sonra “Sen kurulanmadın,” dedi Süleyman. “Başka bez de yok.”

Yağmur aracın tavanında bir tıpırtı çıkarıyor, silecekler tuhaf bir inleme sesiyle çalışıyordu, ama Mevlut derin bir sessizliğin içine doğru ilerlediklerini biliyordu.

Arabanın soluk turuncumsu ışıklarının aydınlattığı ormanda yoğun bir karanlık vardı. Kurtların, çakalların, ayıların gece yarısından sonra yeraltı ruhlarıyla buluştuklarını çok işitmiş, efsanevi yaratıkların, şeytanların gölgeleriyle geceleri İstanbul sokaklarında Mevlut çok karşılaşmıştı. Sivri kuyruklu cinlerin, iri ayaklı devlerin, boynuzlu tepegözlerin yolunu şaşıran şaşkınları ve çaresiz günahkârları kapıp indirdikleri yeraltı âleminin karanlığıydı bu.

“Ağzını bıçak açmıyor,” diye takıldı Süleyman Mevlut’a.

Mevlut, içine girmekte olduğu tuhaf sessizliğin yıllarca süreceğini anlamıştı.

Hayatın kendisine kurduğu tuzağa nasıl girdiğini çıkarmaya çalıştıkça “Köpekler havladığı, karanlıkta yolumu şaşırdığım için böyle oldu” gibi bir mantık kuruyor, bu mantığın yanlış olduğunu çok iyi bilmesine rağmen bir teselli olduğu için istemeden inanıyordu.

“Yaramaz bir durum mu var?” dedi Süleyman.
“Yok.”

Çamurlu, dar yolun kıvrımlarında yavaşlayan kamyonun lambaları kayaları, ağaç hayaletlerini, belirsiz gölgeleri ve esrarlı şeyleri gösterdikçe, Mevlut bütün bu harikalara onları hayatının sonuna kadar unutmayacağını iyi bilen birinin yoğun dikkatiyle bakıyordu. Daracık yolla birlikte bazan kıvrıla kıvrıla yükseliyor, derken iniyor, çamurlar içinde kaybolmuş bir köyün karanlığı içerisinden hırsız gibi sessizce geçiyorlardı. Köylerde köpekler havlıyor, sonra gene öyle derin bir sessizlik başlıyordu ki Mevlut tuhaflık kendi kafasında mı, dünyada mı, çıkaramıyordu. Karanlıkta, efsanevi kuşların gölgelerini gördü. Acayip çizgilerden yapılmış anlaşılmaz harfleri, yüzyıllar önce bu ücra yerlerden geçmiş şeytan ordularının kalıntılarını gördü. Günah işledikleri için taş kesilenlerin gölgelerini gördü.

“Sakın pişman olma,” dedi Süleyman. “Korkulacak hiçbir şey yok. Peşinizde de kimse yoktur. Boynueğri baba hariç büyük ihtimal zaten biliyorlardır kızın kaçtığını. Kimseye sakın beni söyleme. O zaman Boynueğri Abdurrahman’ı ikna etmek kolay olur. Bir iki ay içinde ikinizi de affederler. Yaz bitmeden yengeyle ellerini öpmeye gelirsiniz artık.”

Dik bir yokuşta sert bir kıvrımı dönerken kamyonetin arka tekerlekleri çamurda boşta dönmeye başladı. Mevlut bir an, her şeyin sona erdiğini ve Rayiha’nın köyüne, kendisinin de İstanbul’a evine olaysızca döndüğünü hayal etti.

Ama kamyonet yoluna devam etti.

Bir saat sonra kamyonetin lambaları tek tük bir iki evi, Akşehir kasabasının dar sokaklarını aydınlattı. İstasyon şehrin öbür tarafında, dışındaydı.

“Sakın kopmayın birbirinizden,” dedi Süleyman onları Akşehir Tren İstasyonu’na bırakırken. Karanlıkta elinde bohça bekleyen kıza bir bakış attı. “Beni görmesin, inmeyeyim ben arabadan. Ben de artık bu işin sorumlusuyum. Rayiha’yı mutlaka mutlu edeceksin, tamam mı Mevlut? Artık o senin karın, ok yaydan çıktı. İstanbul’da biraz gizlenin.”

Mevlut ile Rayiha, Süleyman’ın kullandığı kamyonetin kırmızı arka lambaları karanlıkta kaybolana kadar arkasından baktılar. El ele tutuşmadan Akşehir Tren İstasyonu’nun eski binasına girdiler.

İçerisi floresan ışıklarıyla pırıl pırıldı. Mevlut kaçırdığı kızın yüzüne ikinci kere, bu sefer bütün dikkatiyle ve yakından bir an baktı ve kamyonetin arka kapısı kapanırken gördüğü ve bir türlü inanamadığı şeyden emin olup gözlerini kaçırdı.

Amcasının büyük oğlu Korkut’un düğününde gördüğü kız değildi bu. Onun yanındaki ablasıydı. Mevlut’a düğünde güzel kızı göstermişler, yerine ablayı yollamışlardı. Aldatıldığını anlayan Mevlut utanç duyuyor, adının Rayiha olduğuna bile emin olamadığı kızın yüzüne bakamıyordu.

Kim, nasıl oynamıştı bu oyunu ona? İstasyon binasının bilet gişesine yürürken kendi ayak seslerinin yankılanışını başkasının ayak sesleriymiş gibi uzaktan işitiyordu. Eski tren istasyonları, Mevlut’a hayatının sonuna kadar o birkaç dakikayı hatırlatacaktı.

İki tane İstanbul bileti aldı, rüyasında bilet alan biri gibi.

“Şimdi gelir,” demişti memur. Ama tren gelmedi. Sepetler, denkler, bavullar ve yorgun bir kalabalıkla tıkış tıkış dolu küçük bir bekleme odasında bir bankın ucunda otururlarken ağızlarını açıp birbirlerine tek kelime söylemediler.

Rayiha’nın bir ablası olduğunu hatırlıyordu Mevlut, ya da “Rayiha” dediği güzel kızın. Çünkü bu kızın adı Rayiha idi. Süleyman az önce ondan böyle söz etmişti. Mevlut da Rayiha diye seslenerek ona aşk mektupları yazmıştı ama aklında başka biri, en azından başka bir yüz vardı. Mevlut aklındaki güzel kız kardeşin adını bilmediğini de düşündü. Nasıl kandırıldığını açık bir şekilde anlayamıyor, hatta hatırlayamıyor, bu da kendi kafasındaki tuhaflığı içine düştüğü tuzağın bir parçası yapıyordu.

Bankta otururlarken Rayiha’nın yalnızca eline baktı. Az önce aşkla tutmuştu bu eli; bu eli tutmayı düşündüğünü ifade ettiği aşk mektupları yazmıştı; biçimli, güzel, düzgün bir eldi. Kucağında uslu uslu duruyor, arada bir dikkatle denginin ya da eteğinin kenarını düzeltiyordu.

Mevlut yerinden kalktı, istasyon meydanındaki büfeden iki tane bayat açma aldı. Yerine dönerken Rayiha’nın örtülü başına, yüzüne bir kere daha uzaktan dikkatle baktı. Rahmetli babasını dinlemeyip gittiği Korkut’un düğününde gördüğü güzel yüz değildi bu. Rayiha’yı hayatta ilk defa gördüğünden ya da fark ettiğinden bir kere daha emin oldu Mevlut. Ama nasıl olmuştu böyle bir şey? Rayiha Mevlut’un mektupları kız kardeşini düşünerek yazdığının farkında mıydı?

“Açma ister misin?”

Rayiha’nın biçimli eli uzanıp açmayı aldı. Mevlut kızın yüzünde kaçak âşıkların heyecanını değil, bir şükran ifadesi gördü.

Rayiha bir suç işler gibi ağır ağır ve ihtiyatla açmasını yerken Mevlut yanına oturdu. Gözünün kenarıyla hareketlerini seyretti. İçinden gelmiyordu, ama tam ne yapacağını bilemediği için Mevlut da kendi elindeki bayat açmayı yedi.

Hiçbir şey konuşmadan oturdular. Mevlut vaktin geçmediğini, okulun hiç bitmeyeceğini düşünen bir çocuk gibi hissetti. Aklı kendiliğinden, sürekli olarak, bu kötü duruma yol açan geçmişteki hatasını araştırıyordu.

Mektup yazdığı güzel kız kardeşi gördüğü düğün geliyordu hep aklına. Babası rahmetli Mustafa Efendi o düğüne gitmesini hiç istememişti ama Mevlut köyden kaçıp gitmişti İstanbul’a. Hatasının sonucu bu mu olmalıydı? Mevlut’un içe dönük bakışları, tıpkı Süleyman’ın kamyonetinin lambaları gibi, yirmi beş yıllık hayatının yarı karanlık hatıraları ve gölgeleri içerisinde şimdiki durumu aydınlatacak bir şey arıyordu.

Tren gelmiyordu. Mevlut kalkıp yeniden büfeye gitti, ama kapanmıştı. Trenden inecek yolcuları şehre götürecek iki at arabası kenarda bekliyor, arabacılardan biri sigara içiyordu. Sınırsız bir sessizlik vardı alanda. Eski istasyon binasının hemen yanında dev bir çınar ağacı görüp yaklaştı.

Ağacın altına bir levha dikilmişti, üzerine istasyon binasından soluk bir ışık vuruyordu.

Cumhuriyetimizin Kurucusu
Mustafa Kemal Atatürk
1922 yılında Akşehir’e geldiğinde
yüz yıllık bu çınar ağacının
altında kahve içmiştir.

Okulda tarih derslerinde Akşehir’in adı birkaç kere geçmiş, Mevlut bu komşu kasabanın Türk tarihindeki önemini kavramıştı, ama şimdi bu kitabi bilgileri de hiç hatırlayamıyordu. Kendini yetersizlikleri için suçladı. Okulda da öğretmenlerin istediği gibi bir öğrenci olmak için yeterince çabalamamıştı. Belki de buydu kusuru. Yirmi beş yaşındaydı, eksiklerini kapatabileceğini iyimserlikle düşündü.

Geri dönüp Rayiha'nın yanına otururken ona bir kere daha baktı. Hayır, onu dört yıl önce düğünde uzaktan bile gördüğünü hatırlamıyordu.,

Dört saat geç gelen paslı, iniltili trende boş bir vagon buldular. Kompartımanda kimse yoktu ama Mevlut Rayiha’nın karşısına değil, yanına oturdu. İstanbul treni makaslarda, demiryolunun yıpranmış yerlerinde sallandıkça Mevlut’un kolu, omzu arada bir onun koluna, omzuna değiyordu. Mevlut bunu bile tuhaf buluyordu.

Mevlut vagonun helasına gitti ve madeni kenef deliğinden gelen tak-tak seslerini çocukluğundaki gibi dinledi. Geri döndüğünde kız uyuyakalmıştı. Evden kaçtığı gece nasıl huzurla uyuyabiliyordu? “Rayiha, Rayiha!” diye seslendi Mevlut onun kulağına. Kız da adı gerçekten Rayiha olan birinin yapabileceği bir doğallıkla uyandı, tatlılıkla gülümsedi. Mevlut sessizce onun yanına oturdu.

Yıllar süren bir evlilikten sonra aralarında konuşacak hiçbir şey kalmamış karı kocalar gibi hiç konuşmadan vagonun penceresinden baktılar. Arada bir küçük bir kasabanın sokak lambalarını, ücra bir yolda ilerleyen bir aracın ışıklarını, yeşil, kırmızı renkli demiryolu lambalarını görüyorlardı, ama çoğunluk dışarısı kapkaranlıktı ve camda kendi yansımalarından başka hiçbir şey belirmiyordu.

İki saat sonra gün ağarırken Mevlut Rayiha’nın gözlerinden yaşlar aktığını gördü. Kompartımanda kimse yoktu ve tren uçurumlarla kaplı mor bir manzaranın içinde gürültüyle ilerliyordu.

“Evine mi dönmek istiyorsun?” diye sordu Mevlut. “Pişman mısın?”

Rayiha daha da şiddetle ağlamaya başladı. Mevlut kolunu onun omzuna koydu beceriksizce. Rahat edemedi, kolunu geri çekti. Rayiha acıyla uzun uzun ağladı. Mevlut bir suçluluk ve pişmanlık duyuyordu.

“Sen beni sevmiyorsun,” dedi Rayiha çok sonra.
“Niye?”
“Mektupların aşk doluydu, kandırdın beni. O mektupları gerçekten sen mi yazdın?”
“Mektupların hepsini ben yazdım,” dedi Mevlut.

Ama Rayiha ağlamaya devam etti.

Bir saat sonra, Afyonkarahisar İstasyonu’nda Mevlut vagondan koşarak indi ve büfeden bir ekmek, iki üçgen kutu peyniri, bir paket bisküvi aldı. Tren Aksu Deresi boyunca ilerlerken, bir çocuğun tepside sattığı çayı içerek kahvaltılarını ettiler. Vagonun penceresinden Rayiha’nın şehirlere, kavak ağaçlarına, traktörlere, at arabalarına, futbol oynayan çocuklara, demir köprülerin altından akan nehirlere bakışını izlemekten memnundu Mevlut. Bütün dünya, her şey ilginçti.

Tren Alayurt ile Uluköy istasyonları arasındayken Rayiha uyuyakalınca başı Mevlut’un omzuna yaslandı. Mevlut bundan hem bir sorumluluk hem de bir mutluluk duyduğunu kendinden saklayamadı. İki jandarma ile bir ihtiyar kompartımana girip oturdular. Mevlut elektrik direklerini, asfalt yollardaki kamyonları, yeni beton köprüleri ülkenin zenginleşmesinin ve kalkınmasının işaretleri olarak görüyor; fabrikaların, yoksul mahallelerin duvarlarına yazılmış siyasi sloganlardan hoşlanmıyordu.

Uyuyakalmakta olmasına şaşarak Mevlut uyuyakaldı.

Eskişehir’de tren durunca birlikte uyandılar ve jandarmaya yakalanmak üzereymiş gibi bir an telaşlandılar, sonra rahatlayıp birbirlerine gülümsediler.

Rayiha’nın içten bir gülümseyişi vardı. Bir şey sakladığını, saman altından su yürüttüğünü düşünemezdi insan. Yüzü açık, düzgün, aydınlıktı. Mevlut onun kendisini aldatanlarla işbirliği yaptığını mantığıyla kavrıyor, ama yüzüne baktığı zaman kızın masum olduğunu düşünmeden edemiyordu.

Tren İstanbul’a yaklaşırken yol boyunca dizilmiş büyük fabrikalardan, İzmit’teki petrol rafinerisinin yüksek bacasından püsküren alevlerden, yüklü gemilerin ne kadar büyük olduklarından ve kim bilir dünyanın hangi ucuna gideceklerinden söz ettiler. Rayiha, ablası ve kız kardeşi gibi ilkokulu bitirmişti. Çok fazla zorlanmadan deniz kıyısındaki uzak ülkelerin adlarını sayabiliyordu. Mevlut onunla gurur duydu.

Rayiha İstanbul’a ablasının düğünü için dört yıl önce bir kere gelmişti. Ama alçakgönüllülükle gene sordu: “Burası İstanbul mu?”

“Kartal artık İstanbul sayılır,” dedi Mevlut konuyu bilmenin güveniyle. “Ama daha var.” Rayiha’ya karşıdaki adaları gösterdi. Bir gün mutlaka Adalar’a gezmeye gideceklerdi.

Ama bunu Rayiha’nın kısa hayatı boyunca bir kere olsun yapamadılar.

  • Fevzi Lütfi Yalnız

    13.12.2014

    Yazan Orhan Pamuk olunca kitap hakkında yazacak tek kelime var mükemmel. Bana göre son 25 yılın en iyi yazarıdır. Roman modern bir destan havasında İstanbulu ve insanlarını anlatıyor. Okuduğum için çok mutluyum.

  • Yusuf Tunçbilek

    08.12.2014

    Yarın romanı ilk alan ve ilk bitiren kişi olmak için çabalayacağım. Altı senelik emek karşısında bizim bu kadar koşturmamız bir hiç bile... :)

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.