Yerküre Krizi, Dönüşen İnsan

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
İçindekiler
Cogito’dan
  • Isınan Yeryüzünde Doğa ve İnsan- Şeyda Öztürk

    İnsanın doğayla ilişkilenme biçimleri, özneleşme ve toplumsallaşma sürecinde hem iç doğasını hem dış doğayı alt etme girişimleri, kadim zamanlardan bu yana anlatıların ve efsanelerin merkezi teması olmuş. İnsanlığın ve kültürün oluşumu daima insan-doğa karşılaşması ekseninde kurulmuş. İnsan-doğa karşılaşmasının trajik ve kültür oluşturucu sonuçlarının aktarıldığı kurmaca eserlerden, insanmerkezci tarihyazımı örneklerine kadar, insanla doğa arasındaki negatif ilişki, hem siyasal ve iktisadi tahakkümle –bütünün bireye, sermayenin emeğe, insanlığın doğaya tahakkümü– şekillenmiş hem de hümanist ve Kartezyen yaklaşımın dayattığı ikiliklerle beslenmiş. İktisadi ve siyasal bir ideoloji olarak öznelliği de dönüştüren ve kârlılık ve girişimcilik ilkelerinin hem insan yaşamının hem doğayla kurulan ilişkinin bütün veçhelerinde gözetilmesini dayatan neoliberal çağda hiçbir engelle karşılaşmadan dolu dizgin devam eden ekolojik yıkım ortamında insan ve doğa hakkındaki etik ve metafizik varsayımları, doğayla etik, toplumsal ve siyasal ilişkilenme biçimlerini sorgulayan bir dosya hazırladık. Geleceği iptal eden, tarihsellik anlayışında büyük bir kırılmaya yol açan iklim felaketi karşısında, geçmiş anlatılarda ve mevcut konumlanışlarda kapsamlı ve dönüştürücü bir ortakyaşamın imkânlarının izini süren  yazılardan oluşuyor bu dosya. 

    Fatih Altuğ, İbn Tufeyl’in Hayy bin Yakzan’ının başkahramanını, özerkleşme sürecinde doğadan koparak aşkın hakikat arayışına düşen ve yeryüzünden ve başka canlılarla yoldaşlıktan zorunlu olarak uzaklaşan öznenin modeli olarak okuyor. Doğadan ve anne-hayvandan kopuş sürecinde zihinsel ve içsel imkanlarının ayırdına varan ve yaşamını aşkın bir ilkeyi merkeze alarak kuran Hayy’ın yeryüzüne eklemlenme ve hayvanlarla yoldaşlık kurma girişiminin imkansızlaşması, sınırların iyice tahkim edildiği antropolojik kesintinin bir sonucu bu okumada. Özen Nergis Dolcerocca da, Gılgamış destanında insana dönüşüm sürecinin ekolojik bir trajediyle sonlanmasını, insan iktidarının sınırlarını ve doğayla ilişkisini belirleyen “hümanizmin antropolojik makinesi”nin devreye girişiyle ilişkilendiriyor. Zeynep Talay Turner’ın, Werner Herzog’un Ayı Adam filmi üzerinden hayvan-öteki’yle karşılaşmanın Derridacı bir okumasını sunduğu yazısında ele alınan insan-hayvan arasındaki sınır izleği, Nazile Kalaycı’nın annelik, hayvan-oluş ve yeryüzünde yaşam üzerine yazısında, bir ortakyaşam fenomeninin zeminine dönüşüyor. Ekolojik felaketleri bir istisna olarak değil, işleyen bir kuralın sonuçları olarak ele alan Kalaycı, bu kurala karşı bütün dışlamalarda ortak olan yaşam fenomenini öne sürüyor: bu ortakyaşamda hayvanlık, yaşamı yeniden üstlenmenin imkânını; dişil anlamda yeryüzünü, teknolojinin dayattığı biçimlerin alternatifi olarak doğanın üretme gücünü gösteren annelik işlevi ise bütün canlıları birbirine bağlayacak ortaklık zeminini imliyor.

    Hayvan-ötekiyle kurulan ilişki, İmge Oranlı’nın Dört Ayaklı Şehir’den Mine Yıldırım’la yaptığı söyleşinin de ana izleği. İstanbul’un sokak hayvanlarının geçmişte ve şimdide maruz kaldıkları şiddet, yalıtılma ve sömürü kadar, canlı tutulan ihtimam geleneğinin de sorunlu yanlarına dikkat çeken Yıldırım, hayvanla insan arasındaki karşılaşmada ortaya çıkan çatışmayı, hayvanı bir nesne veya özne olarak değil, insan öznelliğinin bir sorunu olarak konumlandırmanın gerekliliğini vurguluyor. Bu okumada hayvan, edilgen bir sömürü nesnesi konumundan çıkarak, insanın bilincini ve eyleme kapasitelerini dönüştüren hak sahibi bir varlık olarak temsil ediliyor.
    Ezgi Ece Çelik, yerkürede mevcut  ortaklıklar üzerinden yeni bir ortakyaşam kurma imkanını araştırırken, insanmerkezci yaklaşımın sonlandırıldığı, benmerkezci bireycilik engelinin ortadan kaldırıldığı, Braidottici bir insan-sonrası etiğe işaret ediyor. Ben ile Başka arasında, insan olmayanları da içeren kapsamlı bir karşılıklı bağlantılılık kurmaya yol açacak radikal bir dönüşümün koşullarını ve içerimlerini araştırıyor. Çevre veya doğa etiği, Eric Sean Nelson’ın, Başkalığı düşüncelerinin merkezine alan iki düşünürün bir eko-felsefe açısından potansiyel önemini araştırdığı yazısının da esas meselesi. Eric Sean Nelson’a göre Levinas’ın Başka etiğiyle Adorno’nun doğal tarih yaklaşımı, konstrüktivist ve doğalcı etik yaklaşımlara karşı öne sürülebilecek, çevre üzerine düşünüm açısından verimli bir eleştirel model sunuyor. İçsel bir değere sahip doğa anlayışını, insanla doğa arasında bir tür akrabalık kurmaya çalışan ve insanı doğanın bir parçası olarak gören eko-fenomenolojik yaklaşımlar üzerinden eleştiren Ted Toadvine, bu yaklaşımların insanlıkla doğayı sürekli bir homojenlik içinde eritme, doğayı öngörülebilir bir birlik olarak tesis etme tehlikesi taşıdığını vurguluyor. Toadvine’a göre, süreksiz ve homojen olmayan bir dışsallık olarak doğa karşısında benimsenecek etik tavır, insan algısına ve düşüncesine direnen ve ona kapalı kalan doğanın deneyimlenemezliğini kabul etmekten geçiyor.

    Meliz Ergin de doğa algısının özcü düşünceden kurtarıldığı, doğa-kültür ikiliğinin kırıldığı bir ekoeleştiri için Derrida’nın metinsellik kavrayışından ilhamla, saf mevcudiyete sahip bir doğa kavramına karşın, onun mutlak anlamını yıkacak bir ekolojik metin öne sürüyor. Bu özcülük eleştirisi, doğaya bütüncül yaklaşımında farklılıkları silmekle eleştirilen “derin ekoloji”ye karşı, doğayı toplumsal ve tarihsel bir kategori olarak ele alan Murray Bookchin’de de karşımıza çıkıyor. Bookchin’in tarihsel bir kategori olarak doğa okuması, sorumluluğu bireyin omzuna yıkarak gerçek sorumluları gizleme taktiğini ekolojik tahribat meselesinde de büyük bir başarıyla uygulayan neoliberal ideolojiye karşın, kapitalist doğa sömürüsüne dikkat çekiyor ve toplumsal ve çevresel adalet için özerk siyasal çözümler bulmaya odaklanıyor. Çünkü mevcut siyasal ve iktisadi durumda örneğin, BP petrol felaketinin, Çernobil nükleer santralindeki patlamanın çevre ve insan üzerindeki yıkıcı etkileri, verimlilik adına, girişimcilik adına örtbas edilebiliyor, yetkililerin ve büyük sermayenin, büyük ekolojik tahribatı salt teknolojik bir soruna indirgeme, görünen belirtileri ortadan kaldırma, işin akışını sağlamak için alelacele bir teknik çözüm bulma çabalarına kolaylıkla göz yumuluyor.

    “İnsandan Yoksun bir Yeryüzü, Yeryüzü’nden Yoksun İnsanlar” başlıklı söyleşide, felaket hakkındaki bilgi bombardımanı karşısında, bu bilgiyi işleyecek duygusal, estetik ve zihinsel donanımdan yoksun olduğumuzu vurgulayan Bruno Latour’a göre şimdi, ekolojik felaketin toplumsal sorunla ne kadar bağlantılı olduğunun ortaya çıkabilmesi için “ekolojik soruna uygun bir halk”ın bulunması gerekiyor. Antroposen’de mültecilik, popülizm, toplumsal adaletsizlik ve eşitsizlik sorunlarını birbirine bağlayan hat ise iklim değişikliği. Yani doğa, küresel siyasetin merkezi ama görünmez aktörü. Andreas Malm’in, Suriye ve Rus devrimleri özelinde iklim ve devrimler arasındaki bağı incelediği yazısında da iklim ve doğa jeopolitik failler olarak öne çıkıyor.

    Dipesh Chakrabarty’nin 2009 tarihli “Tarihin İklimi: Dört Tez”i, Antroposen ve sosyal bilimler tartışmalarında çok sık referans verilen ve hâlâ güncelliğini koruyan bir makale. Doğal tarihle insan tarihi arasındaki farkın tamamen ortadan kalktığı Antroposen’de, yeryüzünü daimi olarak değiştirmeye muktedir failliği nedeniyle insanı düpedüz jeolojik bir güç olarak okuyor Chakrabarty. Timothy LeCain’e göre küresel iklim değişikliğiyle birlikte insanın kendine dair imgesinin değişimini de işaret eden ve bu haliyle yeni bir hümanizmi müjdeleyen bu makalenin açtığı tartışmaları, bu sene içinde yayımlamayı düşündüğümüz insan-sonrası çalışmalar dosyası kapsamında ele alacağız.

Fatih Altuğ: Hayy bin Yakzan’da Doğa, İnsan ve Yalnızlık
Özen Nergis Dolcerocca: Gılgamış Destanı ve Siyasi Egemenliğin Ekolojik Temelleri
Nazile Kalaycı: Annelik, Hayvan-Oluş, Yeryüzü
  • Yerkürelilerin Ortakyaşamı Mevcut Ortaklıklar, Yeni Yaşamlar - Ezgi Ece Çelik

    Bir doğa araştırmacısı olan ve evrim kuramının ilk savunucuları arasında yer alan Ernst Haeckel’in ortaya koyduğu ekoloji kavramı, oikos (ev, yaşam alanı) ve logos (bilgi) sözcüklerinden türetilmiştir. İklim değişimi, ormansızlaşma, canlı türlerinin yok olması, doğal kaynakların tükenişi gibi çevre problemlerinin artmasıyla daha fazla duyulur ve konuşulur hale gelen ekoloji, önümüzdeki yıllarda daha çok gündemde olacak gibi görünüyor. Öyle ki, doğal kaynakların aşırı tüketiminin yol açtığı çevre problemlerinin çözümünü etikte, politikada, hukukta, sanatta, hangi alanda ararsak arayalım, çözüm önerilerinin etkili olması için başvurulması gereken alan, canlıların birbirleriyle ve çevreleriyle etkileşimlerini inceleyen ekoloji bilimi olacaktır.

    Disiplinlerarası ekolojik çalışmalar ise, söz konusu problemlerin çözümüne katkı sunarken aynı zamanda insanın kendisine ilişkin imgesini de dönüştürür. Batı düşünce tarihi incelendiğinde, insanın üstünlük iddiasının, hayvanla ilişkisi ve buna bağlı “doğa” tasarımı doğrultusunda ortaya çıktığı fark edilir. Dolayısıyla, son elli yıllık doğa ve hayvan araştırmaları, sadece ekolojik krizin önlenmesi bakımından değil, insanın dönüşümünde güzergâhı belirlemek bakımından da önem taşır. Agamben’in Açıklık’ta belirttiği gibi Homo, kuruluşu itibarıyla “insanbiçimli” ve insan olmak için kendisini insan-olmayanda tanıması gereken bir hayvandır. İnsan kendisini aynasında, hayvanda tanır ve kendini hayvandan ayırır. Maymun-insan, barbar-insan, ilkel-insan bu ayrımla dışlananların adlarıdır.

    Tarihteki örneklere bakıldığında insanın kendini hayvanda nasıl tanıdığı, hayvanı nasıl tanımladığı dikkat çekicidir. Aristoteles’e göre, hayvanlar insanları taklit ederler; insanlar da hayvanların davranışlarında kendi davranışlarının bir tür parodisini görürler. Genel olarak hayvanların yaşamlarında pek çok bakımdan insan yaşamıyla benzerlikler gözlemlenebilir. Örneğin bir kırlangıç, tıpkı insanın yaptığı gibi yuvasını yapar. Kırlangıç, çamuru samanla karıştırırken insan yaşamında tanık olunan düzeni muhafaza eder. Oysa çağcıl mühendislik çalışmaları aksi bir iddiayla gerçekleştirilmekte ve medeniyetin nimetleri olarak değerlendirilen pek çok ürün, insanın insan-olmayan canlıları gözlemlemesiyle geliştirilmektedir. İnsan-olmayan canlıları inceleyip doğadaki modelleri taklit ederek daha iyi tasarımlar geliştirmeye yönelik bilimsel bir yaklaşım olan biyomimikri, insanın konforlu bir yaşam için doğayı ve diğer canlıları taklit etmesine dayanır.

    Günümüzde insan, teknoloji aracılığıyla kendi düzenini yaratmaya bir ölçüde muktedir olsa da, daha önceleri, –kendi yaratmamış olmasına rağmen– içinde yaşadığı düzenin ölçütü olarak konumlandırılmış ve böylelikle ayrıcalıklı kılınmıştır. Aristoteles’e göre, hayvanlar arasında, akla uygun bağımsız yargıda bulunma becerisi sadece insana özgüdür. Fakat her ne kadar, ölçüyü bilen akıl sahibi insan ayrıcalıklıysa da, hayvanla aynı düzeni paylaşmasından dolayı insan ile hayvan arasında o dönemde günümüzdekine benzer bir yarığın açıldığı söylenemez. Hayvanların azametini ve tanrısallığını gösteren ilk mağara çizimlerinden, kurban ritüellerine, şaman ayinlerinden, –insanla benzer hukuki statüdeki– hayvanların yargılandığı kilise davalarına uzanan pek çok örnek, henüz yarığın bugünkü düzeyde açılmadığını ve insan-olmayan canlılar arasında özellikle hayvanların –içkin ya da aşkın– bir tanrısallıkla değerlendirildiğini gösterir. Bu tanrısallık veya tinsellik, ruha (Latince anima) sahip olmak bakımından hayvana animal olarak adını veren özelliktir.

    Antik dönemde, Thales, Herakleitos, Empedokles gibi doğa filozoflarının, Timaios’ta Platon’un ve sonrasında Aristoteles’in de vurguladığı gibi, insan bir düzene göre devinen evrenin parçasıdır. Her ne kadar, insan aklı düzenin ölçüsü olarak belirlenmişse de, insan da hayvan da tinsel canlılıkları bakımından aynı âlemin üyeleridir. Anima, yani evrenin ruhu hepsinde ortaktır.

    Ne var ki, on yedinci yüzyıl sonrasında Kartezyen yaklaşımın yaygınlaşmasıyla insan-olmayan canlılar birer makine ya da otomat olarak düşünülür hale gelir ve insan-olmayan dünyayı laboratuvar olarak kullanıp istila etmeye çalışan bu tutum, Francis Bacon’ın bilgiyi egemenlikle ilişkilendirmesiyle daha da pekişir. Bilimin egemenlik için gerçekleştirilmesi ve sonrasında endüstriyel gelişmeler ve kapitalist sistemle bilimsel etkinliğin giderek araçsallaşması, insan-olmayan canlılar üzerine düşünmeyi unutturur: Düşünmeye gerek yoktur çünkü insan-olmayan canlılar, akıl sahibi insanın becerileriyle karşılaştırılamayacak düzeyde mekanik canlılardır; içgüdüleri doğrultusunda programlanmışlardır ve bu mekanik işleyişten dolayı rahatça gözden çıkarılabilirler; yenileriyle ikame edilebilirler.

    İndirgemeci bilime dayanan ve kâr odaklı politikalarla yönlendirilen endüstriyelleşme bu yaklaşımın günümüze dek yaygınlaşmasını sağlayan başlıca etken olsa da, monoteizm de Ademoğullarını ayrıcalıklı kılan ataerkil düzeniyle azımsanmayacak bir destek sağlamıştır. Bilindiği gibi, monoteist inanışlarda hayvanlar, bitkiler, dereler, dağlar, (erkek) insanın hizmetine sunulur. Lakin insan da kendisine sunulan bu kaynaklara iyi bakmakla yükümlüdür. Bu insan-merkezci yaklaşıma, teknolojik yeniliklerden duyulan coşku eklenince, doğaya özen gösterme vurgusu giderek görmezden gelinir. İnsan, kendi yaşamını konforlu hale getirmek uğruna insan-olmayan canlıları rahatça sömürmekte ve bu umursamazlığını, ayrıcalıklı olmasına dayandırmaktadır. Dolayısıyla, monoteizmin ve Kartezyen felsefenin etkisi sonucunda artık anima ortak değildir: İnsan, akıl sahibi olmasından dolayı tanrısal bir ruha sahipken, insan-olmayan canlılar sadece sonlu bedene sahiptir ve bu beden, insanın çıkarlarına hizmet edecek şekilde işlenmelidir. Bu ayrımla, doğa ile kültür arasındaki ilişki, hiyerarşik bir karşıtlık olarak düşünülür hale gelir.

    Devamı bu sayıda...
Zeynep Talay Turner: Ayı Adam – Bir Film Etiğinden Hayvan-Öteki Etiğine
Eric Sean Nelson: Levinas ve Adorno: Bir Doğa Etiği Olabilir mi?
Ted Toadvine: Arzunun Önceliği ve Ekolojik Sonuçları
  • Ekoeleştiri ve Dolaşıklık Poetikası - Meliz Ergin

    Kökeni antik Yunan s¸air Theokritos’a kadar uzanan pastoral s¸iire veya William Wordsworth gibi Romantik s¸airlerin eserlerine baktığımızda, yazarın toplumdan uzaklas¸arak kırsal kesime ya da yaban hayata çekildiğini ve burayı sıklıkla kültürel ve politik hayattan uzak, ideal bir inziva yeri olarak tasvir ettiğini görürüz.

    rneğin Prelüd başlıklı şiirinde Wordsworth şehri geride bırakma arzusuyla Alpler’e yürüyüşe gider. Simplon Pass adlı dağ geçidinde “sonsuz” olarak tanımladığı yaban hayat ve “ormanların akıl almaz yükseklikleri, yer yer patlayan şelaleler” ile özdeşleşir. Bu eserde Edmund Burke’ün tanımıyla aynı anda acı ve dehşet duyguları uyandıran ve acı şiddet noktasına taşınmadığı sürece haz da yaratabilen süblim kavramının izlerine rastlarız. Çağdaş yazar-aktivist Rebecca Solnit’e göre bu eşzamanlı acı ve haz duyguları, baş döndürücü uçuruma bakarken aslında gerçekten de tehlikede olmadıklarını bilen Romantikler tarafından özel bir ilgiyle karşılanmıştı. Ona göre “Romantikler mutlu bir biçimde doğanın merhametinde olma ile doğaya merhamet etme arasında bir denge kurmuşlardı. Tadını çıkardıkları ‘süblim’ doğal fenomenden ya da doğal fenomenin sanatsal temsillerinden geliyordu; oysa günümüzün hiç de doğal olmayan felaketleri [Kuveyt’te alevler içindeki petrol sahaları, Yucca düzlüğü üzerindeki mantar bulutları gibi] bizi farklı bir süblim kavramı ile baş başa bırakıyor”. Solnit’in özellikle sanayi sonrası döneme ilişkin ortaya attığı “revize süblim” kavramı doğanın yüceliği karşısında değil, insanın doğaya verebileceği zararın görkemi karşısında duyulan heyecan ve dehşet duygularını öne çıkarır. Savage Dreams başlıklı kitabında Nevada Test Sahası’nda gerçekleştirilen atom bombası ve nükleer silah denemelerinden bahseden Solnit şöyle yazar: “Patlamakta olan bir nükleer bomba bir yıldızı andırır [….] Fisyon ısısı milyonlarca dereceye eriştikçe, bombanın fiziği yıldızların fiziğine yaklaşır [….] her ne kadar yıldızlar milyarlarca yıl yanmaya devam etse ve nükleer bomba yalnızca bir anlığına yıldıza dönüşse de”. Solnit, insanın yıldızları andıran patlamalar yaratabilecek kadar ileri teknolojiye sahip oluşu ve fakat bunu sıklıkla yıkım amaçlı kullanışı karşısında artık yaban hayat ile politik-endüstriyel-teknolojik hayatı belirgin şekilde ayrıştırma lüksümüz kalmadığını öne sürer.

    Solnit ile benzer bir bakış açısı paylaşan pek çok çağdaş yazara göre ekolojik bilinç doğal/sosyal, kırsal/politik, insan/insan olmayan arasındaki sınırların geçirgenliğini ortaya koymakla gelişir. Amerikalı şair Juliana Spahr ve David Buuck’un birlikte yazdıkları An Army of Lovers başlıklı şiirsel romandan bir örnek verilebilir. Hikâyenin ana karakterleri Kaçık Panda ve Koki San Francisco?’lu iki şairdir ve yaşadıkları “İki (farklı) Şehrin Arasındaki Sınırla İlgili Pitoresk Bir Hikâye” yazma arzusuyla bir araya gelirler. Hikâye uzun yıllar birçok insan ve hayvan tarafından kullanılmış ve bir süredir boş duran bir araziye odaklanır. Arzu ettikleri şiiri bir türlü yazamayan Panda ve Koki yine arazide buluştukları bir gün şaşkınlıkla bir büyüye tanık olurlar. Arazi bir anda hız trenleri, kutularda akrobatlar, kafeslenmiş aslanlar ve baloncuk makineleri ile doluverir: “Artık küçük bir arazi parçası değil, koca bir yemek alanıdır. Sadece yemek alanı değil, aynı zamanda […] 23 Mart 2003 gecesi finans semtinde bir kavşaktır. Bir kavşak değil bir sorgu odası, hayır, yalnızca bir sorgu odası değil İç Güvenlik Bakanlığı tarafından terörist karşıtı çabalar için fonlanan ve 2.438 protestocuyu tutan bir nezarethanedir.” Şairler bu boş arazinin ardı arkası kesilmeyen dönüşümü ile beraber tüketim aşırılığına ve önüne geçilmez bir kapitalist büyümeye şahit olurlar. Kaçık Panda “kendi kendine durmadan tüm istediğinin sıradan bir yer hakkında sıradan bir pitoresk hikâye yazmak olduğunu” mırıldanırken, öykü bunu yapmanın imkânsızlığına işaret eder. Ekoeleştirmen Timothy Morton’un sözüyle, “arazi potansiyel bir mekân, değer yaratmayı bekleyen bir araftır. Kapitalizm bu boş sahneye hayali karnavalıyla taşınır ve arkasında bir çöplük bırakır”. Şayet Ulrich Beck’in de dediği gibi “doğa politikleştiyse”, Spahr ve Buuck gibi pek çok yazar için doğal olanla sosyopolitik olan arasında keskin bir çizgi çekmek hem zor hem de verimsizdir.

    Buna rağmen, Timothy Morton’un Ecology without Nature başlıklı kitabında belirttiği gibi, doğa algısı hâlâ özcü düşünceye ve doğa/kültür ikiliğine dayanmaya devam ediyor. Bir yanda toplumsal ve kültürel hayat, diğer yanda insan müdahalesinden bağımsız iç dengesini koruyan mutlak bir doğa olduğu görüşü hâlâ pek çok alanda karşımıza çıkıyor. Morton’a göre doğa çoğunlukla ya maddeselliği ile öne çıkıyor ve toplumdan bağımsız varlığını sürdüren bir arka plan motifi (ötedeki dağ ya da şehrin arkasındaki deniz) gibi temsil ediliyor ya da öz’ü, mutlak olanı, değişmez bir prensibi temsil ediyor ve kültüre öncel görülüyor. İki şekilde de sorunlu bir iç/dış dualizmi söz konusu. Örneğin, Deepwater Horizon petrol sızıntısı olduğunda BP’nin CEO’su Tony Hayward okyanusun enginliği ile karşılaştırıldığında sızıntının oldukça küçük olduğunu belirtmiş ve Meksika Körfezi’nin bu problemi kendi içinde eriterek çözeceğini ima etmişti. Morton, Hyperobjects adlı kitabında Hayward’ın bu sözlerini metafiziğe kaçan “kapitalist özcülüğün” tipik bir örneği olarak okur. Burada, yani görebildiğimiz, dokunabildiğimiz bölgede minik bir petrol sızıntısı mevcut, evet, ama merak edilecek bir şey yok, çünkü bu fiziksel gerçekliğin “ötesinde”, bu sızıntılardan çok da etkilenmeyen ve mutlak varlığını sürdüren bir Doğa/Okyanus idea’sı var. Hayward’ın kapitalist metafiziği bu mutlaklık fikrini ekonomik çıkar amacıyla kurguluyor. Fakat bazen benzer bir görüşe samimi niyetlerle ortaya çıkan, doğa’dan koptuğumuzu vurgulayarak ona dönmemizi öğütleyen ve bu bağlamda, örneğin, radikal bir teknoloji karşıtlığı sergileyen doğa hareketlerinde de rastlayabiliyoruz. Peki ya, Morton’un da sorguladığı gibi, problemlerden biri tam da bu kopuş/dönüş, iç/dış fikri ise ne yapmalı? Morton’a göre, çağdas¸ edebiyatın ve felsefenin sorumluluklarından biri doğa ve kültür arasındaki “ideolojik mesafeyi” kırarak süreç, etkileşim, değişim odaklı ekoloji kavramına yoğunlaşmak ve ekolojik ağın içindeki rolümüze dikkat çekmektir.

    Devamı bu sayıda...
Bill Devall & George Sessions: Derin Ekoloji
Murray Bookchin: Derin Ekolojiye Karşı Toplumsal Ekoloji
  • Tarihin İklimi: Dört Tez - Dipesh Chakrabarty

    Gezegen çapında hüküm süren iklim değişikliği veya küresel ısınma, bireyler, topluluklar ve yönetimler nezdinde, inkâr, ilgisizlik ve kayıtsızlıktan çeşitli biçimlerde ve seviyelerde angajman ve aktivizm ruhuna uzanan bir tepki çeşitliliğini açığa çıkarıyor. Bu tepkiler şimdiki zamanı algılayışımıza iyice nüfuz ediyor. Alan Weisman’ın çok satan kitabı Bizsiz Dünya (The World without Us) zamanımızı deneyimlemenin bir yolu olarak düşünsel bir deney yapmayı öneriyor: “En kötüsünün gerçekleştiğini düşünün. İnsan nesli tükenmiş. [...] Hepimizin bir anda ortadan kaybolduğu bir dünya hayal edin. [...] Evrenin kıyısında bir yerde, kalıcı bir iz bırakmış olur muyduk? [...] Bizsiz dünyanın, ferahlayarak derin bir biyolojik nefes almak yerine, bizi özlemesi mümkün mü?” Yaşadığımız krizin, geleceği tarihsellik duygusunun dışına çıkararak gelecekle geçmişi birbirinden koparan bir şimdiki zaman algısına nasıl zemin hazırlayabileceğini etkili bir şekilde gösterdiği için Weisman’ın deneyini ilgi çekici buldum. Tarih disiplini, geçmişimizin, şimdiki zamanımızın ve geleceğimizin insan deneyiminin kesin sürekliliğiyle birbirine bağlandığı varsayımı üzerine kuruludur. Geleceği, normalde, geçmişi tahayyül etmemizi sağlayan yetimiz yardımıyla gözümüzde canlandırırız. Weisman’ın düşünsel deneyi, insanlığın sonluluğuna dair kaygı ve endişelerle dolu günümüz ruh hallerini taşıyan tarihselci paradoksu resmediyor. Weisman’ın deneyinde yol alabilmemiz için, onu gözümüzde canlandırabilmek amacıyla kendimizi “bizsiz” bir geleceğe yerleştirmek durumundayız. Böylece zamanları, geçmişi ve geleceği, şahsen bizim için erişilmez olan zamanları hayalimizde canlandırmak için başvurduğumuz alışılmış tarihsel pratikler –tarihsel kavrayış egzersizleri– derin bir çelişkiye ve kargaşaya sürüklenir. Weisman’ın deneyi, geleceğe yönelik endişelerimiz yaşanan andan beslendiği ölçüde, böyle bir kafa karışıklığına çağdaş şimdiki zaman algımızın yol açtığını gösteriyor. Böylelikle, şimdiki zamana ilişkin tarihsel duyumuz, Weisman’ın anlatımında genel tarih algımızı kökünden sarsacak bir hale bürünür.

    Weisman’ın deneyine bu makalenin son bölümünde döneceğim. İklim değişikliği meselesinde, tarihe dair güncel tartışmalara aşina olanları ilgilendirecek pek çok şey var. Küresel ısınmanın yarattığı ciddi çevre risklerinin esas olarak insan tarafından fosil yakıtların yakılması ve besi hayvanlarının endüstriyel kullanımı sonucu oluşan sera gazlarının atmosferde aşırı birikmesiyle ilintili olduğu fikri zemin kazandıkça, insanlığın tarihi veya tarihçi C.A. Bayly’nin yakınlarda dediği gibi “modern dünyanın doğuşu” hakkında nasıl düşündüğümüze dair derinlikli, hatta dönüştürücü içerimlerle yüklü belli bazı bilimsel önermeler kamuoyu nezdinde dolaşıma girdi. Gerçekten de, biliminsanlarının iklim değişikliği konusunda anlattığı şeyler, sadece tarih disiplinini genellikle ayakta tutan insanlığa dair fikirleri değil, aynı zamanda, post-kolonyal ve post-emperyal tarihçilerin savaş-sonrası yazılan yeni-sömürgecilik ve küreselleşme senaryosuna karşı son iki onyılda geliştirdiği analitik stratejileri de tartışmaya açıyor.

    İlerleyen bölümlerde, mevcut krize gösterilen bazı tepkileri bir tarihçinin bakış açısıyla ele alacağım. Fakat, iklim değişikliği literatürüyle –ve esasen krizin bizzat kendisiyle– kendi ilişkime dair bir iki söz söylemek isabetli olacaktır. Tarihçilik mesleğini bilginin bir biçimi olarak tarihin doğasına derin bir ilgi duyarak ifa ediyorum ve küresel ısınma bilimiyle ilişkim, biraz farklılaşmakla beraber, genel kamuoyunun eğitimi için biliminsanlarının ve malumat sahibi yazarların yazdıklarından neşet etti. Genellikle, küresel ısınma üzerine bilimsel çalışmaların İsveçli biliminsanı Svante Arrhenius’un 1890’lardaki keşiflerinden filizlendiği söylenir ama küresel ısınma üzerine kamusal alanda bilinçli tartışmalar 1980’lerin sonunda ve 1990’ların başında yapılmaya başlandı, tam da sosyal ve beşeri bilimcilerin küreselleşmeyi tartışmaya başladığı dönemde. Ne var ki bu tartışmalar şimdiye dek bir paralellik içinde yürütüldü. Küreselleşme, bir kere tanındıktan sonra, beşeri ve sosyal bilimcilerin hızla ilgisine mazhar olurken, küresel ısınma, 1990’larda bir hayli kitap yayımlanmasına rağmen, 2000’lere kadar kamusal bir ilgi alanı haline gelmedi. Bunun nedenleri çok da anlaşılmaz değil. 1988 gibi erken bir dönemde NASA’ya bağlı Goddard Uzay Çalışmaları Enstitüsü’nün direktörü James Hansen, Senato’nun bir komitesine küresel ısınmayı anlattı ve aynı gün bir grup muhabire şunları söyledi: “Şimdi eveleyip gevelemenin değil (...), sera etkisinin gerçek olduğunu ve iklimimizi etkilediğini söylemenin zamanı.” Ama, kendi özel çıkarlarına bağlı ve siyasal bedellere karşı temkinli olan hükümetler ona kulak asmayacaktı. Dönemin ABD başkanı George H.W. Bush, sera etkisiyle [greenhouse effect] “Beyaz Saray etkisi” [White House effect] silahıyla savaşacağını söyleyerek ünlü esprisini patlattı. Uyarıların şiddetlenmeye başladığı ve krizin işaretlerinin –örneğin Avustralya’daki kuraklık, dünyanın pek çok yerinde sık görülmeye başlanan hortumlar, çalı yangınları, mahsul kıtlığı, Himalayaların ve diğer dağ buzullarının, kutuplardaki buz tabakalarının erimesi, denizlerde asit oranının yükselişi ve bunun besin zincirinde bıraktığı hasar– politik ve ekonomik olarak taşınamaz hale geldiği 2000’lerde durum değişti. Diğer türlerin süratle yok oluşuna ve 2050 itibariyle dokuz milyar sınırını geçecek gibi görünen insan nüfusunun bırakacağı küresel ayakizine dair pek çok insan tarafından giderek daha yüksek sesle dillendirilen kaygılar da buna eklendi.

    Devamı bu sayıda...
Timothy J. Lecain: Yeni Hümanizmin Habercisi – Chakrabarty’nin “Dört Tez”inin Radikal Sonuçları
Bernard Stiegler: Antroposenden Çıkmak
Camille Riquier - Bruno Latour: İnsandan Yoksun Bir Yeryüzü, Yeryüzü’nden Yoksun İnsanlar
Mine Yıldırım - İmge Oranlı: Şiddet ile İhtimam Arasında: Dört Ayaklı Şehir ve İstanbul’un Köpeksizleştirilmesi
Andreas Malm: Isınan Bir Dünyada Devrim – Rusya ve Suriye Devrimlerinden Dersler
Banu Yobaş: Mühendis Gözüyle Ekolojik Tahribata Bir Örnek: BP Çevre Felaketi
Kate Brown: Sevgili Yoldaşlar! Çernobil’in Antroposen’de Bıraktığı İz

 

Geçen Sayıdakiler
Türkiyeli Kadın Felsefeciler
Yazarlar Hakkında

Abone olmak için idealdergi@idealkultur.com adresine mail atabilir ya da 05559811838 - 02125288541 numaralı telefonları arayabilirsiniz.
* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.