Jean-Luc Nancy ve Felsefe’de Eros

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
İçindekiler
Cogito’dan
  • Nancy ve Felsefe’de Eros - Şeyda Öztürk

    “Tin yokluğu”nun yeni bir versiyonuna sahne olan yirmi birinci yüzyılda ortak varoluşumuz, beden, arzu ve cinsellik Jean-Luc Nancy’nin son dönem çalışmalarının belirleyici temaları. Nancy’nin sermayenin hareketinin insanların ve halkların hayatının tamamına nüfuz ettiği bu çağda, arzu ve cinsellikten yola çıkarak özdeşliği ve farkı, birliği ve birarada oluşu, yeni varoluş imkânlarını düşündüğü yazıları “Felsefe’de Eros” dosyasının çatısını oluşturuyor. Bu dosyanın hazırlanmasına önayak olan ve dosya editörlüğünü üstlenen Zeynep Direk “Cinselliğin Felsefeye Büyük Geri Dönüşü” yazısıyla Nancy’nin arzu ve cinsellik kavrayışını, Derrida, Lacan ve Bataille’la karşılaştırmalı bir okumayla ele alıyor.

    Dosyada ayrıca Nancy’nin “Sanat Kalıntısı” makalesine ve yükselen köktenci şiddet karşısında tarihsel sorumluluğumuzu sorguladığı “Tarihin Yükü” başlıklı yazısına yer verildi.

    Nami Başer “Düşüncenin Mırıldanması”, Murat Erşen “Ortak Bir Şeyleri Olmayanların ‘Demokrasi’si”, Patrick Roney “Sonlu Özgürlük, Sonlu Topluluk: Jean-Luc Nancy’nin Düşüncesine bir Giriş” makaleleriyle Nancy’nin üslubu ve düşüncesinin ana izlekleri üzerine tartışıyorlar.

 

Yeni Perspektifler
Zeynep Gambetti - Balibar, Arendt ve agon
Bella Habip - Huzursuzluktan Kıyamete Doğru – Çağımızın “Akıllı” Nesneleri ve Tehlike Altındaki Düşünme Yeteneğimiz
  • Kojin Karatani - Tin Olarak Sermaye

    1
    Marx Kapital’in Almanca İkinci Basımına (1873) yazdığı sonsözde Hegel’i över. İnsanların Hegel’i “ölmüş köpek” diye andığı bir dönemde yapar bunu. Bundan yaklaşık 30 yıl önceyse Hegel’i kıyasıya eleştirmiştir. Sonsözde şöyle yazar: “[Hegel’in] gizemlileştirici yönünü neredeyse 30 yıl önce, henüz moda olduğu bir zamanda eleştirmiştim.” Ama artık durumun değiştiğini beyan eder: “Bunun içindir ki, kendimi açıkça bu güçlü düşünürün öğrencisi ilan etmişimdir ve değer kuramı üzerine olan bölümün şurasında burasında onun kendine özgü ifade biçimiyle cilveleştiğim olmuştur. Diyalektiğin Hegel’in elinde maruz kaldığı gizemlileştirme, onun genel hareket biçimlerini kapsamlı ve bilinçli bir şekilde ilk önce Hegel’in ortaya koymuş olduğu gerçeğini hiçbir şekilde gölgeleyemez. Hegel’de diyalektik baş aşağı durur. Gizemli kabuğun içindeki rasyonel özü bulmak için tersine çevrilmesi gerekir.”

    Bu meşhur sözler yanıltıcı olabilir çünkü Marx’ın Hegelci mantığı gençliğinden beri baş aşağı çevirdiğini biliyoruz. Ancak  Kapital’deki tersine çevirme işlemi kati surette farklıdır ve sadece Marx’a özgü bir biçimde gerçekleşir.

    Genç Marx Hegel’in Mantığı Üzerine (1843) ve Felsefe Elyazmaları (1844) gibi kitaplarında Hegel’in idealist bakış açısını eleştirmişti. Ama bu eserlerdeki eleştirilerini aslında Feuerbach’a borçluydu. Marx’ın da kabul ettiği üzere Feuerbach’ın teorisi, Hegel’in, idealist bir biçimde olsa da başarıyla kavradığı “duyusal eylemler”den yana noksandır. Marx bu kitaplardan kısa bir süre sonra şu iddiada bulundu: şeyin, gerçekliğin, duyarlığın, sadece nesne ya da düşünüm biçiminde kavranabileceği, duyusal insan eylemleri, yani insan pratiği olarak, öznel olarak kavranamayacağı düşüncesi, (Feuerbach’ınki de dâhil olmak üzere) şimdiye kadarki materyalizmin esas kusurudur. Dolayısıyla, etkin tarafı, materyalizmin aksine idealizm geliştirmiştir – elbette bu taraf da gerçek, duyusal eylemi olduğu haliyle bilemez” (Feuerbach Üzerine Tezler, 1845).

    Feuerbach Üzerine Tezler’den sonra yazılan Alman İdeolojisi’nde (1846) Marx ve Engels, tarihi Tinin veya İdea’nın kendini gerçekleştirdiği süreç olarak kavrayan Hegelci idealist görüşe karşı tarihsel materyalizmi öne sürer. Tarihi insanların “duyusal eylemleri” açısından ve üretim ilişkilerinin sonucu olan sınıf mücadelesinin bir ürünü olarak görürler. Bu görüşe ön ayak olan, Engels’ti. Marx genel olarak tarihsel materyalizmi benimsemişti ama, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’nde de (1852) görüleceği üzere, bu konuda hemen göze çarpmayan farklı bir tutum benimsiyordu. Marx bu kitapta, 1848 devriminden önce Napoleon’un yeğeni olmaktan başka bir vasfı olmayan bir adamın önce cumhurbaşkanı sonra imparator olmasının önünü açan koşulları ayrıntılı olarak açıklamaya çalışır. Bu işin sırrı alışıldık üretim tarzı ve sınıf mücadelesi temelinde çözülemez. Kapitalizm bilmecesini açıklamaya da yetmez. Bunun yanı sıra, tarihsel materyalizm ilk bakışta materyalizm gibi görünse de aslında Hegel’in idealizmine dayandığı açıktır.

    Marx ekonomi politik eleştirisine yöneldiğinde tarihsel materyalizmi olsa olsa “faydalı bir kılavuz” olarak görüyordu. Yukarıda belirttiğim üzere, Marx’ın Kapital’deki Hegel eleştirisi, kendisinin önceki Hegel eleştirilerinden radikal biçimde farklıdır ve bu haliyle de sadece Marx’a özgüdür. Bir yandan da, daha önce hiç olmadığı kadar sadık bir Hegel takipçisidir burada. “[Hegel’in] kendine özgü ifade biçimiyle cilveleşmesi” sadece değer kuramı üzerine bölümün şurası burasıyla sınırlı değildir. Hegel’e başından sonuna kadar sadık kalır.

    Makalenin başında alıntıladığım Kapital’in ikinci basımına yazılan sonsözde Marx şöyle yazar: “Gizemlileştirilmiş biçimi ile diyalektik, var olanı yüceltir göründüğü için, Alman modası olmuştu. Oysa, rasyonel biçimi ile diyalektik, bur­juvazi ve onun doktriner sözcüleri için rezil ve iğrenç bir şeydir; çün­kü, diyalektikle var olanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda onun olumsuzlanmasını, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız; çünkü, di­yalektik her oluşmuş biçimi, akan bir hareket içinde ve dolayısıyla bu­nun yok olup gidici yanını da gözden ayırmadan kavratır; çünkü, diya­lektik hiçbir şeyin altında kalmaz, özünde eleştirici ve devrimcidir.”

    Kısacası, Kapital kapitalizmin, “olumlu bir şey olarak kavranması” nedeniyle “zorunlu yok oluşunu” kavrama yolunda bir girişimdir. Burada Hegelci mantığın materyalist bir yaklaşımla alt üst edildiği nokta, diyalektik gelişimin öznesinin “tin”den “sermaye”ye dönüşmesidir. Bir başka deyişle, Kapital meta fetişinden sermaye fetişine doğru diyalektik gelişimi kavrar. Bunu ileri bölümlerde daha ayrıntılı ele alacağım ama şimdilik Marx’ın “kapitalizm” adı verilen “idealist sapkınlığın” nasıl oluştuğuna Hegel’in sapkın idealizmini sadakatle takip ederek ışık tuttuğunu işaret etmekle yetiniyorum.

    Daha somut ifadesiyle, Marx para ve kredinin ideal gücünü izah etme amacıyla tarihsel materyalizmde üretimin mübadeleden ağır basmasına rağmen üretim yerine mübadeleyi kapitalizm araştırmasının eşiği belirlemiştir. Marx Kapital’de kapitalistle işçiler arasındaki üretim ilişkilerinden önce meta mübadelesini ele almış ve kapitalist toplumda üretim ilişkilerinin para ve metanın mübadele ilişkisi aracılığıyla oluştuğunu göstermiştir.

    Standart tarihsel materyalizmde siyasal ve ideolojik üstyapı, iktisadi temel veya altyapının üstbelirlenimi içindedir. Ama bu bakış açısıyla, paranın ve sermayenin idealist ve dini gücünün kapitalist iktisadı boyunduruk altına alışının nedenini göstermek imkânsızdır. Marx’ın üretim yerine mübadeleyle işe başlamasının nedeni de budur. Ama aynı şey, farklı mübadele tarzlarının geçerli olduğu kapitalizm öncesi toplumlar için de geçerlidir. Örneğin, ilkel toplumlarda karşılıklı mübadele tarzı birincildir. Bu anlamda, ilkel toplumun ideolojik üstyapısının, iktisadi temelini oluşturan mübadele tarzı tarafından doğrudan belirlendiği söylenebilir.

    Devamı bu sayıda...
Dosya: Jean-Luc Nancy: Felsefe’de Eros
  • Jean-Luc Nancy - Türkiyeli Okurlarıma Mektup / Lettre aux lectrices et aux lecteurs de Turquie

    Bu dosya Cogito Dergisi için Zeynep Direk tarafından hazırlandı. Çevirileri seçen ve telif metinlere karar veren odur. Bu aralar yaptığım çalışmanın çeşitli veçhelerine dikkat çeken bir derlemedir bu: Beden, madde, cinsiyet, içinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyılın jeofilozofik ve jeopolitik durumu. Bu ayrı, ilk bakışta dağınık gibi görünen izlekleri birbirine bağlayan şey ne? Marx’ın bir zamanlar “tinsiz bir dünya” adını verdiği şeyin bir sorgulanması olduğu söylenebilir. Marx bunu hem endüstriyel ve ticari hem de sosyo-politik majör gelişimi içerisinde bulunan burjuva kapitalist toplumu için söylemişti. Tin yokluğu, –Marx’tan böyle bir laf etmesini pek beklemezsiniz– Batı toplumunun doğal kaynakları ve işçi emeğini birlikte sömürerek kâr elde etmeyi amaçlayan çıkarlar tarafından yutulmuş olduğu anlamına gelir. Bu yutulma devam etti ve dönüştü: Kapitalizm onunla rekabet etmeyi, onu yolundan çevirmeyi veya altüst etmeyi deneyen her şeyden daha güçlü çıktı. Tüm gezegeni kaplar hale geldi (aslında on dokuzuncu yüzyılda da buna eğilimi oldukça fazlaydı) ve endüstriyi de aşan yeni teknik keşiflerin (özellikle de elektronik ve bilişsel teknikler) yapılmasını mümkün kıldı. Dünyayı öyle bir metamorfoza soktu ki bugün artık tek bir şeyden emin olabiliriz: Başlıca güçleri de burslar, fonlar, servetler, dünya çapında şirketler olan finansal ve teknolojik bir etkinliğin tahakkümü altında yaşıyoruz. Halkların yaşamını yönlendiren en belirleyici kararları verme yetkisi bunlarda bulunuyor.

    Halklar da ya yeni imkânlar içinde rol almayı arzuladıkları için ya da düzeni kaybetme, yoksulluğa itilme, kimliklerini ve varlık sebeplerini, saldırı altında, altüst edilmiş ve tanınmaz hale getirilmiş gibi gördükleri için tepki verirler. Doğaya, hesaba ve bilmeye şimdiye dek duyulmadık bir biçimde hakim bir güce sahipmiş gibi görünen bu dünyanın nereye gideceğini kimse bilmiyor. İşte “tin yokluğu”nun yeni versiyonu bu.

    Öte yandan, canlı, konuşan, düşünen bedenler olduğumuzu hiçbir çağda bu kadar iyi keşfetmemiştik. Hissediyoruz, deneyimliyoruz, arzuluyoruz ve mikroorganizmalardan tüm evrenlerin galaksilerine kadar, harika bir biçimde iç içe geçmiş tüm varoluş ve enerji biçimleriyle temas halindeyiz. Bazıları bu dünyanın acılarından ari bir başka dünyanın temsillerine meylediyor, ama bu dünya hem öylesine ezici hem de öylesine büyüleyici ki, bu temsilleri de en azından derin bir biçimde yeniden düşünmek gerekir.

    Nasıl ki dünyanın düzeni tamamıyla yeniden düşünülmeyi gerektiriyor, Batının tahakkümü de, artık Doğu ve Batı, Güney ve Kuzey gibi belirlenimleri –bunların saygınlığı ve ağırlığı tamamen ortadan kaybolmamış olsa dahi–bütünüyle aşan güçler ve istemler tarafından yerinden edilmiş bulunuyor. Bu dünya düzeni artık kesinlikle bozulmakta veya ayrışmakta ve başka türlü yeniden kurulmaktadır. Kapitalist makine de işlevlerini ve görünümlerini değiştirmeye zorlanmaktadır. O halde kendimizi varoluşlarımızın en somut halinde yakalamanın tam sırasıdır.

    Üç büyük ortak varoluş biçimi bu mutasyondan çok özel bir biçimde etkilenir: din, siyaset ve sanat. Bir anlamda üçü beraberdir zira, hiçbir zaman basitçe birbiriyle karıştırılmamış olsalar da, uzun bir süre birbirlerine derin bir biçimde bağlı olmuşlardır. Din –ki dünyanın bir temeliyle ve ilkesiyle ilişkidir– dünya teknik, bilimsel, ekonomik ve ekolojik özerkliğini ilan etmiş olduğu için artık eski yerinde değildir. Bu özerklik, dinsel bir aşkınlıkla çelişmez ama ondan da kaynaklanmaz. Din bağımsızlaştı, aklın ışığının yanı sıra “vicdanın nuru” denen şeyi barındırır oldu. Dinin temelinde, ortak ve bireysel varoluşların bütünselliğinin idaresi yoktur. Kamusal güç olarak kendisini dayatma eğilimi gösterdiği için kendisini kaybeder. Kamusal iktidar, siyaset ise, tekno-ekonomik sistemlerin elde ettikleri güç yüzünden istikrarını kaybetmiştir. Diyebiliriz ki elektrik, atom ve sibernetik egemenleri tahtlarından etmiştir. Osmanlı sultanının bedenin temsil ettiği (şu mikrokozmos adı verilen) şeyin artık bir karşılığı yoktur, “Türklerin Atası” gibi bir adı da bugün artık yeniden yaratamayız. Demokratik bir güç nasıl olur da daha önce hiç görülmemiş bir majeste (halkın seçtiği bir majeste) icat edebilir, bize de bunu kavramak düşüyor. Sanat artık Hagia Sophia’yı Ayasofya haline getiren sembolik formlar (mitolojik, arketipik formlar) barındırmıyor içinde. Sanat bugün hiçbir zaman olmadığı kadar –ve dünyanın her yerinde– tanım gereği gelecek olduğu için bilinmeyen biçimlerin icadına açıktır.

    Dünyamız her zamankinden çok daha duyumsanır ve maddidir: Bizi şaşırtan güçlere, ağırlıklara ve hızlara maruz kalıyoruz. Bedenlerimiz bulunuşlarımızı biçimlendirir – sportif veya yaralı, obez veya anoreksik, sıkıştırılmış veya dağılmış, ajite veya sersemleşmiş. Cinsiyetlerimiz özgürlükle veya kısıtlamalarla yücelebileceği gibi paniğe de kapılabilir. Arzular şekilleri ve bir araya gelişleri çoğaltır. Tüm itkiler tanınmak ister, tüm karşılaşmalar gerçekleşmek ister. Gelenekler, ahlak ve toplumsal davranış kuralları hiçbir yerde tutarlı değildir – bazen onları şiddetle yeniden tesis etmek, bazen de onların sınırsız değişmelerini isteriz. Burada, bu dünyada tarihi anlamak için çaba sarfetmek zorundayız. Bu tarih bizi öyle bir noktaya getirdi ki, artık kendimizi çivisi çıkmış gibi görünen bir dünyada –yani beraberce bir varoluşta– ikamet edenler olarak bile anlamıyoruz.

    Nasıl yıkıldı imparatorluklar ve nasıl demokrasiler bir gerçeklik değil de bir umut haline geldi? Dinler nasıl kendilerini elden çıkardılar? Nasıl teknikler hakimiyet kadar acı da getirdiler? Hukuk ne kadar biçimsel ve kırılgan oldu? Tekniğin ve aklın hakimiyetinin doğduğu yer olan Akdeniz’de kıyısı olan tüm ülkeler arasında Türkiye, coğrafi, tarihsel ve sembolik konumu bakımından çok özeldir. Konstantinopolis, Bizans ve İstanbul adlarının birbirinin ardı sıra gelmesi zariftir. Ankara ve İzmir gibi isimler eski uygarlıklara gönderme yapar. Türkiye bir pota, bir kavşak, dönüştürücü, bir gönderme merkezi, uygarlaşmanın çeşitli tarzlarının bir yazılımıdır.
    Bana dostça Türkçe konuşturan Zeynep’e ve arkadaşlarına teşekkür ederim.

    Jean-Luc Nancy, Aralık 2016

    Devamı bu sayıda...
Jean-Luc Nancy - Her şey bulunur / Toute chose se trouve
Jean-Luc Nancy - Haz Bedeni / Corps de Plaisir
Jean-Luc Nancy - Corpo Nudo / Corpo Nudo    
Jean-Luc Nancy - Tuhaf Yabancı Cisimler (Bedenler) / Etranges corps étrangers
  • Zeynep Direk - Cinselliğin Felsefeye Büyük Geri Dönüşü

    Giriş
    Jean-Luc Nancy ‘le sexe’ dediğinde cinsiyetten, cinsel olandan, cinsellikten söz ettiği için, terimi tek bir sözcükle karşılamak zor. Sosyal bilimlerin cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasında yaptığı ayrımı bir kenara bırakmak zorundayız baştan. Biyolojinin cinsiyeti ve cinselliği kavrayış biçimine ya da toplumsal ve tarihsel olarak kurulan cinsiyete indirgenemeyecek bir kavramsallaştırmadan söz ediyoruz. Nancy’ye göre cinsiyet ne fizyolojik, ne psikolojik ne de sosyolojiktir, ancak fenomenin kendisinde bunlar da bulunur. Cinsiyet, cinsellik hakkındaki bu söylem, ontolojik bir sorunsallaştırma tarzını benimsediği için Derrida’nın cinsiyet üstüne söylemiyle yakınlaştırılabilir. Jean-Luc Nancy de, Derrida gibi, bu meseleleri felsefi olarak düşünmek için bir nötrleştirmenin gerekli olduğuna inanıyor. Derrida Geschlecht I’de cinsiyetli olmayı Heidegger’in varoluşsal analitiğinde uyguladığı nötrleştirme çerçevesinde tartışmayı uygun görmüştü. Sosyolojik, antropolojik, psikolojik, biyolojik, vs., tüm disiplinlerden gelen bilgileri bir yana bırakarak cinselliği ve cinsiyet farkını düşünebileceğimizi iddia etmek anlamına gelir bu. Heidegger nasıl dünyada olmayı düşünürken böyle bir nötrleştirmeye gerek duyduysa, Jean-Luc Nancy de cinsiyeti, cinselliği, cinsel ilişkiyi benzer bir Heideggerci stratejiyle düşünmeyi tercih ediyor.

    Bu yazı, Nancy’nin cinsiyet farkını ve erotik ilişkiyi, yani cinsel ilişkiyi nasıl kavradığını yorumluyor. Ne Heidegger ne de Derrida arzudan ve cinsel ilişkiden söz eder. Bu konularda konuşmak istediği için Nancy onlardan çok farklı. Özneyi cinsel arzusu bakımından, bedeni ilişki bedeni olarak, ilişkiyi yakınlığın sonsuzlaşmasına imkân veren bir ilişki olarak ele alır. Cinsiyet farkını cinsel ilişkiden bağımsız olarak düşünemeyiz. Yalıtılmış bir özneye ait bir fark değildir bu. Cinsiyet farkı, potansiyel veya aktüel olarak var olan cinsel ilişkilerde cereyan eden farklılaşma hareketi içinde meydana gelir. Nancy’yi asıl ilgilendiren sorun cinsiyetli olan bir tekilliğin cinsellik (cinsel olmak, cinsel varlık) tarafından nasıl varlığa getirildiği sorunudur. Cinsel varlık, cinsiyeti ikiyle sınırlanamaz, sayılamaz kılar; hem değişmenin hem de ertelemenin farklılaşma hareketi içine yerleştirir.

    I
    Jean-Luc Nancy cinsiyetin bir kavramına sahip olmadığımızı söyler. Bir kavramımız olsa bile bölük pörçük, parça parça bir kavramdır bu. Cinselliği Michel Foucault biyoiktidar, Claude Lévi-Strauss bir topluluğun idare edilmesi gibi toplumsal bir meseleyle ilişkilendiriyordu. Gerçekten de cinsellik normları, temsilleri, tabuları ve dinsel ritüelleriyle toplumsal bir düzen kurmaya yarayan devasa bir aygıttır. Foucault modern çağda da cinselliğe bir biçim vermek suretiyle yapılan toplumsal düzenlemelerden muaf olmadığımızı gösterir. Cinselliğe bağlı semboller ve mitler günümüzde de yaygın bir biçimde dolaşımda bulunmaktadır. Fakat Foucault bir yandan cinsellik ile iktidar arasındaki ilişkiyi deşifre ederken öte yandan felsefenin bir yaşama rejimi olmasını ister. Jean-Luc Nancy, Foucault’un tersine iktidar çözümlemesi yapmıyor. Fakat Foucault’yu bence takip ediyor: cinsel ilişki üzerine felsefi bir biçimde düşünerek bize bir yaşama rejimi öneriyor.

    Cinselliğin bir yaşama rejimi olarak düşünebilmek için cinselliği varlık açısından ele almak, cinselliği, cinsel olmayı, cinsiyet olarak varlığı felsefi olarak konuşmak gerekir. Bilindiği gibi, felsefe ile cinsellik eskiden beri tanışıktır. Cinsellik duygulanımların, duygusal yoğunlukların alanıdır; felsefe kavramsal olsa bile duygudan ari değildir. Felsefe Eski Yunan’da, cinselliği sadece türün sürmesini sağlayan bir etkinlik ya da salt bedensel bir haz oyunu olarak görmemiş, bilgi ve hakikatle ilişkilendirmiştir. Platon Şölen diyaloğunda idealar dünyasının güzellik yoluyla insanın dünyasına girdiğini düşünmüştü. Varlığın kendisine ulaşmada erotik arzunun rolünü o kadar önemsiyordu ki, Phaedrus’ta da olduğu gibi, dünyada doğru hüküm verme veya doğruyu yanlıştan ayırt etme yetisi bir insanda vücuda gelseydi, sanki erotik bir coşkuya yol açacaktır. Nancy’ye göre Platon’da felsefe, bedenli varoluştaki erotik arzuyu aşkınlaştırarak cinselliğe sarf edilecek bir enerjiyi yakalamış, teorik bilgeliğe dönüşecek olan bir phronesis’i (doğru davranmayı sağlayan pratik bilme) kendine mal etmiştir. Freud’u da düşünebiliriz burada: hem felsefe hem de sanat erotik bir enerjinin yüceltilmesiyle mümkün olan etkinliklerdir.

    Eros Platon’da bir Tanrı’dır. Eski Yunan kültürü onu gizli olduğu halde, dünyada etkin ve etkili bir mevcudiyete sahip bir Tanrı olarak temsil eder. Batı’nın çoktanrıcılıktan kopması, dünyada yaşanabilir bir şey olarak aşktan da kopmasıdır. Bataille Erotizm’de erotizmle dinsel, mistik deneyimler arasındaki koşutluğa dikkat çeker. Dinsel enerjide cinsel enerjinin izini sürer. Ne var ki cinsellikte tanrısal, kutsal, sonsuz bir şeyin olabileceği yadsınmıştır. Tanrıyı aşkın bir tanrı olarak kavrayan tektanrıcı dinler, tanrısal mevcudiyetin anlamını da değiştirmiştir. Ölümsüzlerin meskeni olan bir dağ böylece kutsal bir yerleşim yeri değil, bir nesne oluverir.  Uygarlığımızda cinsellikle ilgili halen sona ermemiş olan bir huzursuzluk var. Bunun nedeni belki de tektanrılı ve anlamı öteye fırlatan dinlerin, aşktaki, cinsellikteki tanrısallıktan tedirgin olmalarıdır. Platon’da Eros diyaloglara giren, bir dönüşümü meydana getirmek için harekete geçen tek Tanrısal figürdür. Eros var eder, iter ve itişinin sebebi hiçbir artı değer olmaksızın, hiçbir şey esasında değişmeksizin doğanın kendisini yeniden üretmesini sağlamak değildir. Eros tüm tanrılara dokunur. Hem doğayı çeşitlendirir hem de insanın dünyasını dönüştürür. Tektanrıcılıkla birlikte hakikat ve bilme sorunsalı eros ve arzu sorunsalından iyice ayrıldı. Eros’la felsefe arasındaki ilişki unutuldu. Ancak çağdaş felsefede cinselliğin felsefeye büyük geri dönüşünü yaşıyoruz.

    Devamı bu sayıda...
Nami Başer - Düşüncenin Mırıldanması: Jean-Luc Nancy
Patrick Roney - Sonlu Özgürlük, Sonlu Topluluk: Jean-Luc Nancy’nin Düşüncesine Bir Giriş
Murat Erşen - Ortak Bir Şeyleri Olmayanların “Demokrasi”si
Jean - Luc Nancy - Tarihimizin Yükü
Jean - Luc Nancy - Sanat Kalıntısı

Kitap
Samuel Moyn - Freud’un Huzursuzluğu - 20. yüzyılın en etkileyici düşünürlerinden biri neden önemini kaybetti?
Ferit Burak Aydar - Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Bir Portresi Üzerine Mülahazalar      

Gündem/Tartışma
Erdem Bekaroğlu - Müdahale: “Mekân ve Siyaset” Bağlamına Üç Hamle

Geçen Sayıdakiler
Mekân ve Siyaset

Yazarlar Hakkında

Abone olmak için idealdergi@idealkultur.com adresine mail atabilir ya da 05559811838 - 02125288541 numaralı telefonları arayabilirsiniz.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.