Kav - Evlâ - Kemik - Gece Kelebekleri

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Doğan Yarıcı, 1993’te Evlâ ile anlatı evrenimize girmiş, ertesi yıl "Kemik" dosyasıyla Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü birincisi olmuş ve aynı adla kitabı da çıkmıştı.

On yıllık bir aradan sonra, Gece Kelebekleri adlı "küçük küçük hikâyeler"le çıkagelen Yarıcı, öykücülüğünü iyiden iyiye minimalist bir çizgiye oturtmuştu. İşte bu ilk üç kitap şimdi "Kav"da bir araya geliyor. Kav, Doğan Yarıcı kaleminin renklerini ve öykücülüğümüzün son çeyreğinin kimi özelliklerini taşımakla kalmıyor, Yazın’ın başlıbaşına bir dil olayı olduğunu da açık açık duyuruyor.

Hac

Önce, merdivenleri anlatmalıydım. Evin bir üst katına uzanan derme çatma beton köprüyü. Yükseklikleri birbirini tutmayan, yer yer çatlamış basamakları. Çatlaklarını yeşile boğan ıslak yosunları. Yosunlar arasından yükselen demir tırabzanları. Tırabzanların en üst basamakta birleştiği tahta-gevşeği yoksul ev kapısını.

Ardından, basamakları hızla tırmanarak, kıpkırmızı bir suratla kapıya varışını anlatmalıydım. Bir solukta, fatihalar okuyarak, kenardan sarkan ipe asılışını. Çan seslerinin içinde nasıl yankılandığını. Kapının uzun zaman sonra ağırca açılışını. Aralık kapının kenarına tutunan yaşlı yüzüğü gördüğünde şurasından akan kaynar suları.

Oysa içeride, geniş çiçek odasında, yapayalnız otururken yakalayabildim onu. Ürkek, kuru-çıtrak bir sandalyeden çevresine bakınıyordu. Odanın açık kapısından tıkırdayan fincan sesleri, gittikçe yoğunlaşan serin adaçayı kokusu giriyordu. Düşüncelerine ulaşmak için geç kalmış sayılmam.

Sözcüklerini toparlamaya çalışıyor. Sözcüklerini toparlamaya çalışırken, düşünceleri dağılıp uçuşarak ona görünen devetabanlarına, camgüzellerine, ıtırcığa konuyor, yıpranmış halıya çarpıyor. Derken, adaçayı giriyor içeri. Gelip burnuna dayanıyor. Süpürgelik köşelerine kaçışıyor düşünceleri. Kafasını kaldırıp baksa, her şey bir çırpıda bitiverecek. Çayı bile içmeden kaçıverecek bu evden.

“Sıcaktır, istersen beklet oğlum.”
“Hıı.”
“Sehpaya bırak. Ben kurabiye getireyim.”

Son anda kaldırıyor kafasını. Eşikte kaybolan solgun bir terlik görüyor, dolgun bir ayağın doldurduğu. Köşelerden, usul usul çıkıyor düşünceleri.

Saygılı olmalı. Rica etmeli. Siz, demeli. Giderken de elini öpmeli.

“Evet, söyle bakalım.”
“Şey, ben...”
“Top için geldin değil mi?”

Bir gözünü dikmiş ona bakıyor. Ağzının kıyısında kırıntı kalmış. Gülümsüyor sanki. Ne güzel, pembecik yanakları. Gömleğinin düğmesi açık gibi. Kurabiyenin ardına saklanmış.

“Çekinme, ye!”

Kurabiyeyi almasıyla görüyor. Dalgalı. Islak. Parlıyor. Pembe bir bant sarıyor saçlarını. Öteki gözü... Masmavi!

“Beğendin mi?”
“Hı.”
“Ötekini de ye!”

Gömleği. Göğsünün kenarında ben var. Kırıntıları iteliyor. Parmağına değiyor beni. Şimdi yüzü bütünüyle görünüyor. Çevresini mavi bir gök sarmış. Gülümsüyor. Gözlerinin içine bakıyor. Saçlarını okşuyor. Kımıldamıyor. Öylece duruyor. Tabağın içinde.

“Ne güzel kadın değil mi?”
“Evet.”
“Bu takımı hacdan getirmişti Kolonyacı. Hepsi kırıldı. Bir bu kaldı.”
“Bakın, göz kırpıyor!”
“İlahi çocuk. Al topu, söyle onlara...”
“Hep böyle gülümser mi?”
“Gülümser. Hadi.”
“Kırılacağım diye çok korkuyordur.”
“Korkma, yapıştırırız.”
“Ama yüzü kırışır.”
“Ben onu boyarım. Hadi bakalım.”

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.