İs Odası

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Eğer bir kuyu yeterince derinse,
içinde bütün bir hayatı gizleyebiliyormuşsun.”

Doğan Yarıcı’nın yeni öyküleri İs Odası’nda

İlk öykü kitabı Evlâ 1993 yılında yayımlanan, ikinci öykü kitabı Kemik ile 1994 Yaşar Nabi Nayır Ödülü birinciliğini kazanan, Gece Kelebekleri, Her Aşk Gibi Yarım, Kıyıda ve O Boşluk adlı kitapları YKY tarafından yayımlanan çağdaş edebiyatımızın önemli kalemlerinden Doğan Yarıcı, yeni öyküleriyle karşımızda: İs Odası...
Karanlık hastane koridorlarından rutubetli bodrum katlarına, gölgeli arka bahçelerden gece yalnızı lunaparklara, yaması yarabandı eski fotoğraflardan sıkıntılı ev içlerine, radyo cızırtısından suskun ve nemrut kahvelere... Küçücük bir ânı, kaçamak bir bakışı, bir anlık dalgınlığı, aralık kapıların ardındaki “mümkün”leri ya da belki artık mümkünü olmayan “keşke”leri kelimelerle mühürlüyor Doğan Yarıcı yeni öykülerinde: Kimi zaman ketum, kimi zaman çığlık çığlığa bir dil kuruyor; geçmişi bugünde, bugünü geçmişte parçalıyor ve sonra zaman her şeyi bütünlüyor.
Doğan Yarıcı, İs Odası ile kocaman bir “an” bırakıyor okurunun avcuna.

Umami

Yemek, ölümü çağrıştırıyor ona. En çok da karnıyarık.
Bir ölüyü soyar gibi soyup yatırdıkları için mi?
Boydan boya yarıp içine baktıkları için mi?
Üzerine kara toprak gibi soğanlı kıymayı döktükleri için mi?
Değil!
Bahar karnabaharken, enginar kayın ormanıyken, çilav sağanakken, şambaba dağlarken, hanımgöbeği dilberdudağı vezirparmağı yeniyetmezliğiyken, nasıl oluyor da ölümü getiriyor aklına? Yerken, tabağa aktarırken, mutfağın bir köşesinde tencerelerde tepsilerde beklerken üstelik. En sevdiğiyle en korktuğu nasıl bir arada? Çözebilmiş değil.
Her okul çıkışı sınavı var. Hastaneye gidecek, arka kapıdan. O karanlık koridoru bütün gücüyle koşup geçmeye çalışacak. Ölecek!
Koridorun sonunda onu mutfak bekliyor. Mutfakta ışık var, tepeden tırnağa beyazlar giymiş, hamur yüzlü, yumuşak elli adamlar, dillerini çıkarıp kibarca patlıcan soyan, suya atan. Onlardan birine nefes nefese sarılacak. Dirilecek!
Karnını doyuracaklar, kedisi için kıyma makinesinin içinde kalan artığı verecekler. Tulumbanın tulumdan çıkışını, yağa damlayışını izleyecek pıt pıt. Çuvallarca pirincin dökülüşünü bulut bulut, tek tek ayıklanışını tükrük tükrük. Çıplak ayaklı yuvarlacık adamlarla koca tencerelerin içinde dört dönecek köpük köpük. Kavurucu ocağın başında, kepçelerle verdiği savaşta babasını tutacak. Oğlumbeğendinin kıvamı tutacak. Acık daha laflayacak, yatışacak. Ağzında güzel tatlar kalacak yeniden. Dişinin kovuğunda ölüm. Dönüp sonra üst kattan, hastanenin cümle kapısından çıkıverecek. Bu kadar, her şey bu kadar kolay.
Değil!
Koridor olmasa! Cümle kapısı yasak olmasa! Ambulansların ve cenaze arabalarının arasından geçip de burada, servis kapısının önünde, bu ürkütücü koridorun başında çakılı kalmasa!
Bu sinsi yaratık hiç konuşmadı onunla. Bir kez bile çıt çıkarmadı. Kalakalmasına karanlık, öylece baktı. Geçmek zorunda olduğunu bilerek bekleyen bir kâbus. Sağlı sollu çelik soyunma dolaplarıyla dar, soğuk. Tek tük yanan ölü ampullerle loş, boğuk. Kara, uzun, upuzun, onu içine çekecek bir hortum gibi korkunç. Daha önce annesini, teyzesini, dayısını, tanıyıp sevdiği hemen herkesi yutmuş. Onu da yutacak yeterince hızlı koşmazsa, ortalarda bir yerde aralanmış yeşil kapının önünden bir çırpıda geçmezse.
Bugün yorgun, bacakları yanıyor biraz, geri dönecek.
Dönmese, koşmasa da, yürüse? Yavaşça, meydan okurcasına. Birkaç adımda arkasına dolanarak bedenini saran karanlığa aldırmasa, yeşil kapının aralığından korkmadan içeri baksa, böyle yapsa bugün. Yapamıyor! Her seferinde koşuyor, koştukça hortum uzuyor, açık dolap kapakları çürük omuzlarına yeni çürükler ekliyor, bitmiyor, yeşil kapı gelmek geçmek bilmiyor, karanlık dinmiyor, ışık görünmüyor!
“Yine nefes nefese bu çocuk! Niye koşuyorsun oğlum, bu kireç gibi surat ne?” diyor babası ona.
“Ölümden kaçtım, yemeği hak ettim,” diyemiyor. Öğrenmesine zaman var daha, babası o yeşil kapıdan girerdi her gün. İşe orada başladıydı, gençken. Korkardı elbet o da. O zamanlar öğrenciler gelir, küçük kapakları onlar için açar, çıkarırdı sahipsizleri. Keser biçer, söküp takarlardı saatlerce, başlarında hocalar. Ertesi gün gelmek üzere giderlerdi. Onların ardından parçalanmış bedenleri küçük soğuk odalarına sokardı tekrar. Bu böyle aylarca sürdü. Aylarca yalvardı, sonunda aldılar, mutfağa verdiler. Aşçı oldu.
Orada, her zaman aralık yeşil kapının ardında ölüler dinleniyor. Yıkıyor, sarıyor, tabutun içine tıkıyorlar. Sokaklarda hırpalıyor, toprağa gömüyorlar. Kımıldayamıyor. Ardında sokak, önünde karanlık hortum, ucunda yemek. Bugün sahiden hiç gücü yok. Koşamayacak. Dönmeye kesin kararlı. Aç kalacaklar, kedisi anlar.
Değil!
Servis kapısından sesler geliyor. Dönüyor. Dört kişi, dört elin ortasında siyah torba, torbanın ucundan sarkmış apak bir ayak.
Ne yapacak?
Çekil yoldan diyorlar, git oradan diyorlar, git ileri!
Geçecek yer yok.
Yürü diyorlar, git yeşil kapıyı aç!
Üzerine geliyorlar.
Birkaç adım geri gidiyor, karanlığa yaslanıyor, kalıyor.
Ayak değdi değecek!
Son anda yanındaki çelik dolabın içine giriyor, kapağı çekiyor, gözlerini kapıyor.
Geçiyorlar.
Midesi ağzından çıkıyor!

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.