Ve Hayalet Sahneden Çekilir

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Philip Roth efsanevi alter egosu Nathan Zuckerman aracılığıyla 2000’lerin kent yaşamını, geçmişin bugünde yansıyan yüzünü ve varoluş mücadelemizi ayrıksı bakışıyla sunuyor “Ve Hayalet Sahneden Çekilir”de.

On bir yıl önce terk ettiği New York’a birkaç günlük zorunlu bir ziyaret için gelen Nathan, yalnız yaşadığı çiftlik evinde kendini bütünüyle yazmaya adamıştır. Kentin karmaşası, terör tehdidi, kadınlar, kısacası kitaplarından başka hiçbir şey yoktur hayatında.  Fakat çok geçmeden, mahremiyeti üç koldan ihlal edilecektir: Kentten bir an evvel uzaklaşmak isteyen genç bir çiftin evine talip olur, ilk edebi kahramanı E. I. Lonoff’un ilham perisi Amy Bellette’le karşılaşır ve Lonoff’un biyografisini yazmak isteyen hırslı bir edebiyat tarihçisinin hedefi haline gelir. Nathan Zuckerman’la son kez buluştuğumuz “Ve Hayalet Sahneden Çekilir” her anı dolu dolu bir yolculuğun hüzünlü son durağı...

““Ve Hayalet Sahneden Çekilir” müthiş bir roman...
Roth hâlâ düşünsel karmaşayı en iyi ortaya koyan yazar.”
The New York Times

Şu An

On bir yıldır New York’a gitmemiştim. Kanserli prostat bezinin alınması için Boston’da yapılan ameliyat dışında, bu on bir yıl boyunca Berkshires’daki şehre uzak dağ yolundan neredeyse hiç çıkmamış, dahası üç senedir, 11 Eylül’den beri nadiren bir gazeteye göz atmış ya da haber dinlemiş, hiçbir yokluk hissi duymaksızın –yalnızca, başlarda içimde bir çeşit darlıkla– sadece o büyük dünyanın değil, aynı zamanda şu anın da parçası olmaya son vermiştim. O anda ve o ana ait olma dürtüsünü çoktan öldürmüştüm.

Ama şimdi kalkmış, prostat ameliyatı yüzünden idrarını tutamayan benim gibi binlerce adama çare olabilecek bir yöntem konusunda uzmanlaşmış bir üroloğa görünmek için Manhattan’ın iki yüz on kilometre güneyindeki Mount Sinai Hastanesi’ne kadar direksiyon sallamıştım. Söz konusu doktor, idrar kesesi boynunun idrar yoluyla birleştiği yere, idrar yolu içine yerleştirilen bir sonda vasıtasıyla bir çeşit jelatinimsi kolajen enjekte etmek suretiyle, hastalarının yaklaşık yüzde ellisinde önemli bir ilerleme kaydetmişti. Ortada öyle olağanüstü bir tablo yoktu; zira “önemli ilerleme”, “sık sık idrar kaçırmanın” “makul idrar kaçırma” durumuna veya “makul” olanın “hafiflemişe” gerilemesiyle, belirtilerde sadece ve sadece kısmi bir iyileşme anlamına geliyordu. Yine de bu doktorun sonuçları, aşağı yukarı aynı tekniği (radikal prostatektominin bıraktığı, on binlerce erkek gibi benim de paçayı kurtaracak kadar şanslı olmadığım diğer hasar, yani sinir tahribatı kaynaklı iktidarsızlık konusunda yapılacak bir şey yoktu) kullanan diğer ürologların elde ettiklerinden daha iyi olduğundan, çok uzun zamandır durumun getirdiği pratik sıkıntılara uyum sağladığıma kendimi ikna ettiğim halde, konsültasyon için New York’a gidiyordum.

Ameliyattan sonra, cerrahın, birkaç şanslı hastası gibi idrar tutamama durumunu gitgide aşacağımı düşünmeme sebep olduğu aylarda, insanın altına kaçırmasının verdiği utancın üstesinden geldiğimi, özellikle ilk bir buçuk yılda insanı allak bullak eden o şok hissiyle başa çıktığımı bile düşünmüştüm. Ancak kendimi temiz ve kokusuz bir halde tutmak için gerekli olan günlük rutine rağmen, özel iç çamaşırları giymeye, altlıkları değiştirmeye ve “kazaları” idare etmeye alışamadığım gibi, içimi kemiren aşağılanma hissiyle de hiçbir zaman tam anlamıyla başa çıkamamıştım; çünkü işte buradaydım, tekrar, yetmiş bir yaşında, bir zamanlar zinde, sıhhatli ve genç biri olduğum o yerlerin iki sokak ötesindeki Manhattan’ın Yukarı Doğu Yakası’ndaydım; işte buradaydım, Mount Sinai Hastanesi’nin üroloji bölümünün kabul salonunda, kolajenin idrar kesesi boynuna daimi olarak bağlanmasıyla idrarımı tutma konusunda bir bebeğinkine kıyasla daha çok şansım olduğuna beni inandırsınlar diye bekliyorum. Orada oturmuş, yapılacak işlemi zihnimde canlandırarak, üst üste yığılı People ve New York dergilerine göz gezdirirken, hiçbir işe yaramayacak, diye düşündüm. Arkanı dön ve eve git.

Bu on bir yıl boyunca, uçsuz bucaksız kırsal bölgedeki bir toprak yol üzerinde, küçük bir evde yalnızdım; herkesten kopuk yaşamaya kanser tanısının konmasından iki sene önce karar vermiştim. Komşum ve arkadaşım Larry Hollis’in bir yıl önceki ölümünden beri, haftada bir temizliğe gelen hizmetçi kadın ve bekçim olarak çalışan kocası dışında kimseyle konuşmadan iki üç gün geçirdiğim oluyor. Yemekli davetlere gitmiyorum, sinemaya gitmiyorum, televizyon izlemiyorum, cep telefonum ya da videom veya DVD oynatıcım yahut bilgisayarım yok. Daktilo Çağı’nda yaşamaya devam ediyorum ve www.’nun ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim yok. Artık oy kullanma zahmetinde bulunmuyorum. Günün büyük bir bölümünü yazarak geçiriyorum, çoğunlukla gece geç saatlere kadar. Ağırlıklı olarak öğrenciliğimde keşfettiğim başyapıtları okuyorum; heyecan verici ilk karşılaşmamızdaki kadar etkiliyorlar beni, hatta bazen ondan çok daha güçlü bir etki bırakıyorlar üzerimde. Son günlerde, elli sene sonra ilk kez Joseph Conrad’ı yeniden okuyorum, en sonuncusu da incelemek için New York’a gelirken yanıma aldığım ve daha geçen akşam bir oturuşta tekrar okuduğum The Shadow-Line. Müzik dinliyorum, ormanlarda dolaşıyorum, hava sıcak olduğunda, sıcaklığı yazın bile yirmi bir derecenin üzerine çıkmayan göletimde yüzüyorum. Mayosuz yüzüyorum orada, gözlerden ırak; böylece ardımda dalgalar halinde yükselen, civardaki gölet sularını gözle görülür bir biçimde lekeleyen ince bir idrar bulutu bıraktığım halde ziyadesiyle sakin duruyor ve halka açık bir yüzme havuzunda idrar kesemin kendi kendini istemsizce boşaltması durumunda beni kesinlikle yerin dibine sokacak o acı verici hüzne kapılmıyorum. İdrar kaçıran yüzücüler için tasarlanmış, reklamlarında su geçirmez oldukları iddia edilen elastik naylon külotlar da var; fakat uzun süre kararsız kaldıktan sonra kendime engel olamayıp havuz malzemeleri satan bir firmadan sipariş edip gölette denememin ardından anladım ki mayonun altına bu kocaman beyaz paçalı donları giymek sorunu azaltsa da bendeki o mahcubiyet hissinin kökünü kazımaya yetmeyecekti. Kendimi utandırıp başkalarına rahatsızlık vermeyi göze almaktansa, yılın büyük bir kısmında düzenli aralıklarla fakültenin havuzunda (mayomun altındaki paçalı donlarla) yüzme fikrinden vazgeçtim ve Berkshires’ın sayılı sıcak aylarında kendi göletimin sularını bulandırmakla yetinmeye karar verdim. Hava yağmurlu da olsa güneşli de olsa her gün yarım saat suyun içinde tur atıyorum.

Haftada birkaç defa dağdan yaklaşık on üç kilometre uzaktaki Athene’ye iniyorum, erzak almak, elbiselerimi temizletmek, ara sıra yemek yemek yahut çorap almak veya bir şişe şarap seçmek ya da Athene Fakültesi kütüphanesini kullanmak için. Yazları neredeyse on sefer, oraya pek de uzak olmayan Tanglewood’daki konserlere gidiyorum. Okuma toplantılarına veya konferanslara katılmıyor ya da bir fakültede ders vermiyor veya televizyona çıkmıyorum. Kitaplarım yayımlandığında kabuğuma çekiliyorum. Haftanın her günü yazıyorum; bunun dışında sessizliğe gömülmüş durumdayım. Hiçbir şey yayımlamama düşüncesi de cazip geliyor; ihtiyacım olan tek şey çalışmak ve çalışıyor olmak değil mi? İdrarını kaçıran, iktidarsız biri olduğuma göre, bunun artık ne önemi var ki?

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.