Refakatçi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Western türünün kalıplarına sığmayan bir roman: Refakatçi

Amerika Birleşik Devletleri, 1850’ler...

Ülkenin doğusundaki evlerinden batıdaki engin düzlüklere her yıl pek çok genç çift talihlerini denemek, yeni bir hayat kurup zenginleşmek için göç etmektedir. Ne var ki hayaller ve gerçekler pek çok zaman birbiriyle uyuşmaz. Sert iklim, tehlikeli doğa, hastalıklar ve medeniyetten, insanlardan uzak bir hayat insanları çabuk yıpratır. En çok da kadınları...

“Refakatçi”, bu çetin şartlarda akıllarını yitiren dört kadını ülkenin doğusundaki ailelerine geri götürmeyi üstlenen yalnız bir kadınla ölümden kurtardığı ve bu yolculukta ona yardım etmeye söz vermiş bir suçlunun hikâyesini anlatıyor. Western romanlarının ünlü yazarlarından Glendon Swarthout’tan, tarihi gerçeklere dayanan ve western türünün kalıplarına sığmayan, akıllardan çıkmayacak bir yol ve fedakârlık romanı. Refakatçi, The Homesman adıyla sinemaya da uyarlandı.

“İlk cümlelerinden itibaren okuru avucuna alıyor… Refakatçi, erkekle kadının birbirleriyle, çevreleriyle ve ?sonunda hepsinden daha zorlusu? kendi kendileriyle ilişkilerine dair bir yolculuk. Çarpıcı… Yürek burkucu… İnandırıcı…”
Los Angeles Times Book Review

“Refakatçi, Amerikan sınır hayatının hem maceracı ruhunu hem de gerçeklerini aktarmayı başarıyor.”
Booklist

“Swarthout’un en iyi romanlarından biri… İnsanın dayanma gücüne dair sürükleyici bir epik.”
Kirkus Review

“Arkadaşlarıma Refakatçi’nin konusunu anlattığımda gözlerini merakla açıp romanı okumak için sabırsızlanıyorlar. Üstelik sadece romanın konusundan bahsediyorum. Swarthout sizi oraya, o zaman ve mekâna götürüyor.”
Elmore Leonard

Yazın sonunda Line iki aylık hamile olduğunu söylemişti. Doyurulacak bir boğaz daha. Üstelik kırk üç yaş çok ileri bir yaş, demişti. Bebek ya karpuz kafalı, ya orası burası sakat ya da tavşandudaklı olacaktı. Çünkü Tanrı kızgındı onlara. Çünkü baksa ya, bu sene şimdiden neler gelmişti başlarına.

Baharda biri hariç tüm ineklerini kaybetmişlerdi, kalanın buzağısı da vebaya kurban gitmişti.

Aynı sıralarda tek oğulları, on altı yaşındaki girişimci ruhlu Virgil, ahmak altını eşelemek için çekip California’ya gitmişti.

Yağan dolu Temmuz’da buğdayı yerle bir etmişti. Ağustos’ta mısırlar baş verdiğinde ise, iki hafta süren cehennem kaçkını bir rüzgâr ekinin öyle büyük bir bölümünü kavurmuştu ki sonbaharda mısırları değirmene taşımaya zahmet bile etmeden zavallı küçük başakları koparıp taneleri elle ayıklamışlardı. Sekiz hektarlık buğday, on iki hektarlık mısır yok olup gitmişti. Hepsi de ticari ürün. Havalar Tanrı’nın işidir, demişti Vester.

Şimdi aylardan Mart’tı ve Line ailenin dertlerini tekerleme misali tekrarlayıp duruyordu. Vester da kulak vermezlik etmiyordu. Ne de olsa Line şimdilerde nadiren konuşuyordu ve sıkıntısı her ne ise, belki böylece biraz hafiflerdi.

Ardından henüz ilk kar düşmeden, kışın kendilerini ucu ucuna idare edebileceklerini anlayıp en büyük kızları Loney’yi yirmi iki kilometre ötede, hali vakti çok daha yerinde bir ailenin yanına, angarya işler yapmaya göndermişlerdi. Hem de bir yatağın üçte biri ve karın tokluğu karşılığında, zavallı yavrucak.  

Daha sonra öküzlerden birinin derisinde, içi larva dolu bir ur çıkmıştı. Aslında yumruyu yarıp açtıktan sonra larvalar gazyağıyla öldürülebilirdi. Gel gör ki elde gazyağı yoktu. Line’a sorsanız, kendi hallerine bırakılırsa kurtçuklar öküzün canını yiyip tüketirdi ve bahar geldi mi boyunduruğa vurulduğu gibi tarlada yığılıp kalıverirdi zavallı hayvancağız.

Sonra da bu lanet gibi kış... Ne günah işlemişlerdi acaba? Hava öyle soğuktu ki Ocak sonunu ettiklerinde odunları da mısır koçanları da tükenmişti ve eğrilmiş samanla ısınıp yemek pişirmek zorunda kalmışlardı. İki defa, hava tahminen beş derecenin altına düştüğü gecelerde, iki domuzu donmaktan korumak için eve almışlardı. Fakat alamadıkları başka bir gece kurt sürüsü onları kemiklerine dek yiyip bitirmişti. Tipi fırtınaları öyle amansızdı ki insan kapıdan üç adım atamadan kör oluyordu. Evin kapısından ahıra, oradan da helaya sicim germek zorunda kalmışlardı, yoksa kaybolacaklardı. Ocak’ta karın kısa süreliğine eridiği bir sırada Rahip Dowd evlerine uğramıştı. Aynı şekilde Mary Bee de Şubat’ta onlara yiyecek getirmek için kendi arazisinden kalkıp gelmişti. Fakat bu ikisi, yani gezici rahiple en yakın komşuları dışında, aile beş aydır başka tek bir insan evladı görmemişti. Okul-kilise karlar altındaydı, selam sabah veren kimsecikler yoktu ve keman tellerinde gezinen yayın tatlı sesine hasret kalmışlardı. Baba, anne ve üç kızları titriyordu, marazlıydı ve aynı maşrapadan içiyorlardı.

Şimdi de bebek çıktı, diye tamamladı Line.

Vester kırk dört yaşındaydı. Elini Line’ın karnına koydu ve bebeğin kendi suçu olmadığını söyledi. Erkeklerin ihtiyaçları vardır, dedi, Yaratan da o ihtiyaçlar için kadını vermiş.

Line o eli ittirdi.

Yazın iki aylık hamile olduğunu söylediğinden beri Vester karısında bir değişim görüyordu. Bazen saatlerce konuşmadığı oluyordu. Havanın açık olduğu kimi günlerde Vester tarla dönüşü onu dışarıda dikilmiş, bakacak bir şey varmış gibi çayırlara dalıp gitmiş buluyordu. Uykusu huzursuzdu. Kendi huysuzdu. Lokmalarıyla oynuyordu. Baş ağrısı çekiyordu. Bir zamanlar gurur duyduğu, bir zamanlar simsiyah olan, düzenli kesilip yıkanıp aksatmadan fırçalanan saçları şimdi uzamış, ağarmış ve kirliydi. Kızlar onun bazı günler evi üç defa süpürerek içeriyi soğuttuğunu söylüyorlardı ama bazı günler de Vester içeri girdiğinde kadını bir sandalyeye tersten oturmuş, etrafa bakınırken buluyordu. Endişelendiriyordu Vester’ı. Onu dikkatle incelediğinde larvalar geliyordu Vester’ın aklına. Derisinin altındaki, içindeki bir kurtçuk, o eski güçlü, neşeli ve sevecen karısını yiyip bitiriyordu ve çare olacak bir gazyağı da yoktu. Kurtçuk mu? Bebek bir kurtçuk muydu?

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.