Harvard Meydanı

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

1977 sonbaharında, Harvard’ı yeni bitirmiş genç bir Yahudi, Massachusetts’te Cambridge caddelerinde, Tunuslu taksi şoförü “Kalaş” ile tanışır. Yapay, değerinin iki katı pahalı ve gerekenin beş katı büyüklükteki “aşırı-dandik” şeylerden hoşlanan Beyaz Amerikalılar’a lakabını aldığı Kalaşnikof tüfeği gibi ateş püsküren bu değişik Arap, kahramanımızın hayatını, insanlarla ve özellikle kadınlarla ilişkisini değiştirir. Kahramanımız, bir yandan yüksek lisans konusu olan 17. yüzyıl İngiliz edebiyatıyla ve hocalarıyla uğraşırken, bir yandan da –Amerika’ya uyum sağlamamakta direnen – Kalaş aracılığıyla, Amerika’da yerleşik yabancı olmak konusunda çarpıcı bir eğitim alacaktır.

Ziya Celayiroğlu’nun titiz çevirisiyle sunduğumuz "Harvard Meydanı", Aciman’ın romancılığında yeni bir aşama, sesini tam anlamıyla bulduğu roman...

 “Öylesine içten, öylesine etkili, öylesine güzel yazılmış ki içinizde derin bir yaranın açıldığını ve duygusal olarak savunmasız kaldığınızı hissediyorsunuz.”
Sam Sacks, "Wall Street Journal"

“Hınzırca bir güldürü anlayışı, ince bir alay... Dokunaklı ve çok güzel yazılmış.”
Charles McGrath, "New York Times"

“Yerinden yurdundan edilmiş vatansızlar için yazılmış hüzün dolu bir mektup; memleketini özleyen ve kendileri gibi yurtsuz kalmış birine çaresizce elini uzatan insanlar için...” Ron Charles, "Washington Post"

“Artık gidebilir miyiz şuradan?”

Oğlumla birlikte üniversiteleri görmek için dolaştığımız bütün o haftalar boyunca onun asla böyle bir şey söylediğini duymamıştım. Ülkenin Ortabatı bölgesinde üç okul gezmiş, ardından New England, Pensilvanya ve New York’taki sosyal bilimler enstitülerine uğramıştık. Şimdi, yaz ayları üniversite turnemizin son ayağında, Massachusetts’in çok iyi bildiğim o köşesinde, oğlum ya sabrının sınırlarına ulaşmıştı ya da düpedüz cesaretini yitirmişti.

“Burada kalmak istemiyorum,” dedi. Ona, gitmenin bir seçenek olmadığını söyledim. “Tabii ki öyle,” diye karşılık verdi. Kayıt bürosunda toplanmış, çevremizi saran ailelerin bizi duymalarını önlemek için sesimi alçaltarak, karşılama konuşmasından önce oradan ayrılmanın kesinlikle yakışıksız kaçacağını anlattım ona. Ama o, kısa ve öz bir biçimde “Basıp gidelim,” diyerek tartışmayı kesiverdi. Kalın halılarla döşenmiş, ahşap kaplama duvarlı odayı dolduran ziyaretçilerin sayısı artıyordu. “Hemen şimdi,” diye tısladı, beni sesini yükseltmekle tehdit ediyordu neredeyse.

“Anlamıyorum,” diye fısıldadım. “Dünyanın en iyi üniversitesindeyiz, ama senin tek istediğin çekip gitmek. Ciddi misin?”

Ne var ki tartışmak bir işe yaramayacaktı. Ayrıca, onunla dalaşmayacağımı bana şöyle bir bakarak bile hissetmiş olmalıydı. Rehber eşliğinde yapılan bu üniversite tanıtım turlarından bana da gına gelmişti, belki ben de çok yorulmuştum. Teslim olmamı beklemedi. Yerdeki büyük boy broşürüyle beyzbol kasketini alıp ayağa kalktı. Sırf milletin ortasında çocukça bozuşmuş gibi görünmemek için ben de ayaklanmak zorunda kaldım. Ardından, daha ne olduğunu anlamadan, ikimiz birden kayıt bürosundan dışarı dikkatle ilerlemeye başlamıştık bile. Başka bir baba-oğul oturduğumuz yerleri neredeyse anında doldurdu.

Gelmekte olan çok sayıda anne-babanın büyük salona girmeden önce toplandığı geniş aralıkta büro çalışanlarından bir kadın, büyük olasılıkla sevecen ve güven verici olma çabasıyla sesine yüklediği umursamazlık ve senlibenli kıkırdamalarla yaptığı kısa giriş konuşmasının ardından, kendisi ve öteki iş arkadaşlarının bizleri önce falanca yerde gezdireceklerini, sonra başka bir yere gidip, oradan da Harvard’ın gözde köşelerinden birinin soluk kesici güzellikteki geniş manzarasını izlemek için filanca anıtının yanındaki bir başka noktaya götüreceklerini anons etti bize. Sunduğu gezi planının bundan daha ayrıntılı tasarlanmış olamayacağını, herhangi bir üniversite yerleşkesindeki programlı ve sıradan bir gezintiye dönüşmeden, hepimizin doğal bir biçimde eğlenmesini sağlamak amacıyla en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğünü, kadının biraz kendini beğenmişçe hareketlerinden hemen anlamıştım.

Biz çıkarken hâlâ çok sayıda anne-baba yanlarında olası öğrenci adaylarıyla birlikte içeri doluşuyor, önce danışmaya uğrayıp sonra da doğrudan toplantı salonuna yöneliyordu.

Dışarıda, bulunduğumuz bahçenin avlusunda, o erken sabah havasını içimize çektik. Havadaki sıkıntının Boston’un bildik bunaltıcı yaz günlerinden birinin habercisi olduğunu fark ettim.

Oğlumun kendisini huzursuz hissettiğini söyleyebilirim. Avluda tanıdık bir yüze denk gelmişti. İkisi de önce birbirleriyle karşılaşmamaya çalıştılar. Beceremeyeceklerini anlayınca, öteki homurdanarak rakip okul öğrencilerinin yaptığı gibi candan bir selamlaşmaya başvurdu. Bu genç en azından kuralları biliyor, diye düşündüm. Havada bir çekişme duygusu, sessiz bir düşmanlık vardı. Anne-babalar, çocuklar ve benzer durumdaki herkes için seçenekler bundan daha açık olamazdı: Ya oyunu kurallarına göre oynayacaksın ya da katlanacaksın.

Binadan ayrılmış, Radcliffe üzerinden yolu kısaltarak ırmağa doğru gidiyorduk. O beklenmedik değişimin nedenini sormak istedim, orayı terk etmek için bu kadar can atmasının nedenini. Ama konuyu yeniden gündeme getirmenin erken olduğunu düşündüm. Havadaki gerilim aramızdaki sessizliği daha bir belirginleştiriyor, bir türlü dağılmıyordu. Sonra, kısa süren bir duraksamanın ardından, sanki özür dileme yerine geçme çabası da taşıyan bir açıklama getirerek, “Bu şey hiç mi hiç ilgilendirmiyor beni,” dedi en sonunda.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.