Bir Parmak Bal

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

1970’ler, İngiltere. Cambridge mezunu Serena Frome, MI5’ta memur olarak işe alınır. Fakat bir süre sonra, Serena’nın edebiyat merakına güvenen patronları, onu Soğuk Savaş’ın kültürel cephesinde savaşması için görevlendirirler:
“Bir Parmak Bal” adındaki operasyonun amacı, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelere karşı tavır alan, geleceği parlak genç bir İngiliz yazar adayı keşfetmek, sonra da ona burs sağlayıp yükselmesini sağlamaktır. Yazar böylece farkında olmadan İngiliz istihbaratına hizmet etmiş olacaktır.

Serena Frome’un bulduğu yazarın adı Tom Haley’dir. Serena, sıradışı öykülerini okuyup etkilendiği bu genç adama gittikçe daha fazla kapılır. Bir süre sonra aralarındaki ilişki aşka dönüşünce işler Serena için karmakarışık hale gelecektir.
Yaşayan en önemli ve en çok okunan İngiliz romancılardan biri olan Ian McEwan, "Bir Parmak Bal"da, hem edebiyat-siyaset ilişkisi üzerine önemli sorular soruyor hem de elden bırakılamayan bir aşk ve casusluk öyküsü anlatıyor.

Adım Serena Frome (“Fruum” diye okunur) ve bundan yaklaşık kırk yıl önce İngiliz güvenlik servisi tarafından gizli bir göreve atandım. Ne var ki görevimden yüzümün akıyla çıkamadım. Teşkilata katıldıktan on sekiz ay sonra itibarı yerle bir olmuş ve sevgilisinin hayatını mahvetmiş biri olarak işimden sepetlendim. Gerçi sonunu hazırlamada sevgilimin kendi parmağı da yoktu denemez.

Çocukluk ve gençlik yıllarımı uzun uzun anlatarak vakit kaybetmek istemiyorum. Anglikan bir piskoposun kızı olarak dünyaya geldim ve İngiltere’nin doğusunda küçük, sevimli bir şehrin katedral bölgesinde, kız kardeşimle birlikte büyüdüm. Evim neşeli, nezih, tertipli ve kitap doluydu. Annemle babam birbirlerini makul ölçüde severlerdi, ben de onları severdim. Kız kardeşim Lucy ile aramızda bir buçuk yaş vardı ve ergenlikte feryat figan kavgalar ettiğimiz halde birbirimize kalıcı bir hasar vermedik. Yetişkinlikte tekrar yakınlaştık. Babamız sessiz ve ölçülü bir Tanrı inancına sahipti; hayatlarımıza fazla müdahale etmeyen ve kendisini Kilise hiyerarşisi içinde sorunsuzca yükseltmeye, bizleriyse Kraliçe Anne tarzı konforlu bir evde yaşatmaya yetecek türden bir inanca... Söz konusu ev, etrafı geçmişin ve günümüzün bitki erbaplarınca iyi bilinen çalı çitlerle çevrili bir bahçeye bakıyordu. Kısacası her şey son derece istikrarlı, imrenilesi, hatta neredeyse masalsıydı. Duvarlarla kuşatılmış bir bahçenin içinde, bu tür bir yerin akla getirebileceği her tür keyif ve sınırlamayla büyüdük.

Altmışların sonları hayatlarımıza hafiflik kattıysa da bir engel oluşturmadı. Mahallemizdeki ilköğretim okuluna hastalanmadığım sürece tek bir gün devamsızlık yapmadım. Yeniyetmelik yaşlarımın sonlarında bahçe duvarından içeri, o zamanki deyişle bir miktar öpüş koklaşın yanı sıra biraz tütün, alkol ve haşhaşlı deneyler, rock and roll plakları, parlak renkler ve her alanda daha sıcak ilişkiler aşırdık. On yedi yaşımda arkadaşlarım ve ben biraz çekinerek ve neşe içinde asileştik ama bir yandan da ödevlerimizi yaptık, düzensiz fiil çekimlerini, denklemleri, kurmaca karakterlerin eylemlerinin ardında yatan dürtüleri güzelce ezberleyip tekrarladık. Kendimizi kötü kızlar gibi görüyorduk ama aslında epey iyi insanlardık. 1969’da ortamı saran o genel heyecan bize de keyif verdi. Kısa süre sonra başka bir yerdeki başka bir eğitim için evden ayrılacak olmamızın beklentisiyle bütünleşmiş bir heyecandı bu. Hayatımın ilk on sekiz yılında başıma tuhaf ya da korkunç bir şey gelmedi. Bu yüzden de o dönemi atlıyorum.

Kendi halime bırakılsam doğduğum yerin kuzey ya da batısında, bir taşra üniversitesinde tembel tembel İngiliz Edebiyatı okurdum. Roman okumayı seviyordum. Çok hızlıydım –haftada iki üç kitap bitirebiliyordum– ve üç yıl boyunca kitap okumak bana gayet uyardı. Ancak o sıralarda matematik yeteneğine sahip bir kız olarak, bir çeşit hilkat garibesi gibi görülüyordum. Konuya özel bir ilgim yoktu, pek de keyif almıyordum ama bir alanda en iyi olmak ve o noktaya fazla çaba sarf etmeden gelmek hoşuma gidiyordu. Soruların yanıtlarını, sonuca nasıl ulaştığımı bile anlayamadan buluveriyordum. Arkadaşlarım harıl harıl hesaplar yaparken ben, kısmen görsel unsurlardan, kısmen de neyin doğru olduğuna dair içimdeki bir histen aldığım güçle, açıklaması zor bir dizi aşamanın ardından sonuca varıyordum. Bildiğim şeyi nasıl bildiğimi anlatamıyordum. Tahmin edilebileceği gibi benim için bir matematik sınavı, İngiliz Edebiyatı sınavından çok daha az uğraşlıydı. Son senemde okulun satranç ekibinin başına geçtim. O dönemde bir kızın, komşu okullardan birine gidip, pis pis sırıtan ukala oğlanın tekini koltuğundan etmesinin nasıl bir şey olduğunu anlamak için tarihsel hayalgücünüzü kullanmanız lazım. Ne var ki tıpkı hokey, pilili etek ve kilise korosu gibi matematik ile satrancı da sadece okula ait şeyler gibi görüyordum. Üniversiteye başvurmayı düşünmeye başladığımda bu çocuksu şeyleri bir kenara bırakmanın vakti geldiğine kanaat getirdim. Ancak o kanaate varırken annemi hesaba katmamıştım.

Kendisi bir papaz eşinin, sonradan da bir piskopos eşinin mükemmel bir timsali, daha doğrusu parodisiydi: Cemaat üyelerinin isimleri, yüzleri ve şikâyetleri konusunda eşsiz bir hafızası, uçuşan Hermès eşarbıyla yolda yürürken kendine özgü bir süzülüşü, gündelikçiye ve bahçıvana karşı nazik ama taviz vermez bir tavrı vardı. Her tür sosyal ortamda, her kıstasa göre kusursuz cazibeye sahipti. Kilise bodrumunda yapılan Anneler ve Bebekleri Kulübü toplantılarına katılmak için toplu konutlardan gelen ve bir sigara bitmeden öbürünü yakan gergin yüzlü kadınların seviyesine ne kadar rahat inmişti. Misafir odamızda dizinin dibine toplaşan Barnardo’s cemiyeti çocuklarına Noel Arifesi hikâyesini ne dokunaklı okumuştu. Restore edilen katedral membasını kutsadıktan sonra çay ve kurabiye için gelen Canterbury Başpiskoposu’nu nasıl doğal bir otoriteyle ağırlamıştı. Bu ziyaret sırasında Lucy ile ikimiz üst kata gönderilmiştik. Tüm bunların yanı sıra –ki asıl zor kısmı da bu– bir de babamın davasına olan mutlak adanmışlığı ve bağlılığı vardı. Onu hayatının her anında yüceltir, ona hizmet eder ve önünü açardı. Kutulara dizili çoraplar ve gardıroba asılı ütülenmiş cüppeden tutun da pırıl pırıl çalışma odasına ve cumartesi günleri babam vaazını yazarken evde derin bir sessizlik sağlamaya kadar hayatın her ânında... Karşılığında beklediği tek şeyse –tabii tahminimce– sevilmek ya da en azından asla terk edilmemekti.

Annem hakkında fark etmediğim şey, bu geleneksel dış görünümünün derinlerinde yatan görünmez ama cüretkâr feminist yanıydı. O kelime eminim dudaklarından hiç dökülmemişti ama önemli değil. Kendinden emin hali korkuturdu beni. Matematik eğitimi için Cambridge’e gitmenin bir kadın olarak görevim olduğunu söylemişti. Bir kadın olarak? O günlerde çevremizde kimse böyle konuşmazdı. Hiçbir kadın “bir kadın olarak” bir şey yapmazdı. Yeteneğimi heba etmeme izin vermeyeceğini söylemişti. Üstün bir başarı elde etmeli, olağanüstü biri olmalıydım. Bilim, mühendislik ya da ekonomi alanında iyi bir kariyer yapmalıydım. “Dünyanın tüm nimetleri ayaklarının altına serili” klişesini de önüme sermekten geri kalmamıştı. Benim hem akıllı hem de güzel oluşum, hiç de böyle olmayan kız kardeşime haksızlıktı. Kendime yüksek hedefler koymazsam, bu haksızlık katbekat artacaktı. Mantığı anlamakta zorlandım ama bir şey söylemedim. Eğer gidip İngiliz Edebiyatı okur, annemden azıcık daha eğitimli bir ev kadını olursam, beni ve kendini asla affetmeyecekti. Hayatımı boşa harcama tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Onun sözleriydi bunlar ve aslında kendi adına bir çeşit kabullenişi temsil ediyordu. Annemin hayatta payına düşenler konusunda tatminsizlik ima ya da ifade ettiği tek zaman buydu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.