- A-Z
- KONU DİZİNİ
- Cogito
- Çizgi Roman
- Delta
- Doğan Kardeş
- Ansiklopedi
- Bilim
- Çocuk Çizgi Roman
- Deneme
- Destan
- Dünya Klasikleri
- Efsane
- Eğitim
- Etkinlik
- Gençlik
- Gezi
- Hikâye-Öykü
- İlkgençlik
- Klasik Dünya Masalları
- Masal
- Mitoloji
- Modern Dünya Klasikleri
- Okul Çağı
- Okul Öncesi
- Oyun
- Resimli Öykü
- Resimli Roman
- Resimli ve Sesli
- Roman
- Romandan Seçmeler
- Röportaj
- Seçme Denemeler
- Seçme Öyküler
- Seçme Parçalar
- Seçme Röportajlar
- Seçme Şiirler
- Seçme Yazılar
- Şiir
- Edebiyat
- Anı
- Anlatı
- Biyografi
- Deneme
- Derleme
- Eleştiri
- Gezi
- Günce
- İnceleme
- Libretto
- Mektup
- Mitoloji
- Modern Klasikler
- Otobiyografi
- Oyun
- Öykü
- Polisiye-Gerilim
- Roman
- Senaryo
- Söyleşi
- Yaşantı
- Yazılar
- Genel Kültür
- Halk Edebiyatı
- Masal
- Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar
- Koleksiyon Kitapları
- Lezzet Kitapları
- Özel Dizi
- Sanat
- Kare Sanat
- Sergi Kitapları
- Şiir
- Türk Şiir
- Tarih
- XXI. Yüzyıl Kitapları
- Sosyoloji - Sağlık
- TEKRAR BASIMLAR
- YENİ ÇIKANLAR
- ÇOK SATANLAR
Yazarın Ölümü
-
Kategori:
Edebiyat -
Yazar:
Gilbert Adair -
Çeviren:
Aslı Biçen -
ISBN:
975-08-0823-1 -
Sayfa Sayısı:
88 -
Ölçü:
13.5 x 21 cm -
YKY'de İlk Baskı Tarihi:
Ocak 2004
Daha önce Kapalı Kitap ve Kulenin Anahtarı ile Türk okurunun beğenisini kazanan Gilbert Adair, Yazarın Ölümü’yle tekrar karşımızda. Bir yazarın kaçamadığı geçmişi, Teori’si ve kitapları üçgenindeki gerilim ve heyecan yine soluk kesiyor.
Bana niyetini söylediğinde ilk tepkim, saatime bakmak oldu. Zamanlaması kötü olsa da basit bir refleksten ibaret olan bu hareketimi bütünüyle yanlış anladı. Haberini bana verirken yüzünde beliren, kuruntuyla seyrelmiş güleç meydan okuma ifadesinin yerini bükük dudaklı somurtuk bir sıkıntı aldı. Muhtemelen kaba, geçiştirmeci bir sabırsızlık olarak yorumladığı davranışımı sergilemek için tam da konuşmamızın en kritik noktasını, kozunu oynadığı ânı seçmeme hem incinmiş hem de şaşırmıştı. Saat kadranında aradığım şeyin onun zannettiği zaman değil de başka bir zaman olduğunu nasıl anlatabilirdim? Orada gördüğüm tek şey (tabii görmüşsem) kadran etrafındaki ezeli tavşan-kaplumbağa takiplerini sürdüren saniye ve dakika kollarıydı; birincisi gayet ölçülü bir tempoyla hızla ilerliyordu, ikincisi düzenbaz, görünmez bir sinsilikle bir duraktan diğerine onu yakalıyordu. Tam on yedi senedir onun bana az önce söylediği şeyi duymayı –bunun, bu durumun “sırasının gelmesini”– beklediğimi nereden bilecekti? Daha projesini bana anlatmaya başladığı anda kararımı verdiğimi ona nasıl söyleyebilirdim? Söylenmesi gereken şeyleri söylemeden olmuyor. Eninde sonunda söylemek gerekiyor. “Profesör Sfax,” dedi, cesaretini yeniden topladığını belli eden bir sesle, “acaba şüpheleriniz mi?” “Yok, şüphem filan yok,” dedim, yaptığım gaftan beri ilk olarak gülüyordum. “Tam aksine projenizi takdirle karşıladım.” Bu sefer de durumun bu kadar lehine dönmesine inanamıyor gibiydi. “Yani, beni engelleyecek bir şey yapmayacaksınız öyle mi?” Benden beklenebilecek her türlü yardımda bulunacağımı –diplomasiye ve yerine göre hoşgörüye inanırım– ve çalışmasında ona yardımcı olabilecek kısa bir giriş metni hazırlayabileceğimi söyledim. Ama yapabileceğim fazla bir şey olmadığını, özellikle hayatımın erken dönemlerine ait verilerin değerlendirilmesinin ve doğrulanmasının mümkün olmadığını, gerekli belgelerin kaybolduğunu da hemen ekledim. Aslına bakılırsa bunları düşünmek için daha çok erkendi. Bekleneceği üzre kız bir yayıneviyle temasa geçmeden önce benimle konuşmayı tercih etmişti, ona söylemekten kaçınsam da bu teşebbüsün daha başlangıçtan tartışmalı bir geleceği olduğunu kendi kendime itiraf ettim. Ofisin kapısına kadar ona eşlik ederken, yumuşak bakışlarıyla ün salmış gözlerimi onun açık tenli, kemikli, gayet asil, gayet “Doğu Sahili” kokan, bir kukla tiyatrosunun mukavva perdeleri gibi kızıl kahverengi saçlarla çevrili hoş yüzüne çevirdim. “Herhalde,” dedim gülümseyerek, “beni tam anlamıyla yansıtamayacağınızın farkındasınızdır. Şimdiye kadar kimse bunu başaramadı.” Şimdi gülme sırası ona gelmişti, bütün dişlerini göstererek bir kız çocuğu gibi güldü –kızarır gibi âni ve beklenmedik bir gülüştü bu. “Heykel yaptığımı bilmiyor muydunuz?” dedi damdan düşer gibi, sanki böyle bir şey bakmakla anlaşılırmış gibi, zira bilmemin başka yolu yoktu. “Hayır, cidden yapıyor musunuz?” “Sadece figüratif şeyler. Daha çok büst yapıyorum. Ama aslını yansıtmak konusunda çok başarılı olduğumu söylüyorlar. Bana izin verirseniz belki sizin aslınızı da yansıtabilirim.” Ona benden önce bir yayımcının izin vermesi gerektiğini söyleyerek gayet stratejik bir cevap verdim –”Bir şey yapmak isteyince yapmanın bir yolu bulunur,” diye mırıldandım, “– daha doğrusu bir şeyi yapmanın bir yolu varsa o şeyi yapmak istenir.” Güldü; sonra el sıkışarak vedalaştık. Masama geri dönüp bu tuhaf, küçük sahneyi düşündüm. Tekrar saatime baktım ama bu sefer sadece zamanı görmek için. Randevu saat beşteydi, saat beş buçuğu bir geçiyordu. Demek taşların yerine oturması topu topu yarım saat sürmüştü. Onları yerine oturtan da bir heykeltıraştı. Heykeltıraş demek. Hayatına en az bir kadın heykeltıraş girmeye yazgılı mı herkes? Astrid! Adı bile bütün o acılı dehşetiyle “yaratıcılığa” işaret ediyordu. Yok ama yok, kafamı ona emanet etmezdim.