Uzak Ülke: Bir Kıbrıs Çocukluğu

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Ve bir kere düşünmeye başladınız mı çocukluk bitmiştir. Cennet kaybolmuştur. Kalan hayatınız onu geri kazanmak için bir çabalamadır. Bazılarımız başarır, bazılarımız başaramaz. Kıbrıslıtürk şair Taner Baybars, bir süre önce yayımladığımız Seçme Şiirler / Selected Poems 1947 - 1997'den sonra, bu kez Uzak Ülke'yle çıkıyor Türk okurlarının karşısına. Bu kitap, "Şair olacağı çocukluğundan belli bir küçüğün son derece duyarlı, içten ve canlı bir dille anlatılan 11 yaşına kadarki anılarıdır". 50. edebiyat yılını kutlayan Taner Baybars'ın gözünden, Kıbrıs'ın unutulmuş zamanlarına, çocukluğun ülkesine yolculuk.

Yaşlı Dadı ve Kitaplar

Lefkoşa'da yine rutin ziyaretler. Tek fark: Benin daha çoğuna katılabilecek olmamdı. Girne Yolu'nda, ailenin eski bir dostuna ait bir kitapçı dükkânı vardı. Bütün kitaplar İngilizceydi. Türkçe kitapları da satmaya başlamıştı, ama şimdilik yalnızca bir iki raf Türkçe kitaplarla doluydu. Minareli Köy'de, kocası gönüllü olarak harbe katılmış ve şimdi Kuzey Afrika'da harp yapmakta olan bir kadın vardı. Sözcük dağarıma yeni bir sözcük katılmıştı: Montgomery. Kadın, romansların hırslı bir okuyucusuydu. Annemin akşamlarına asla gelmezdi, ama dostumuzun kitapçı dükkânından alınma tam bir haftalık kitap stoku olurdu. Tam hatırlamıyorum, bir hafta ya da bir ay için, kitap başına üç kuruş. Evin içine, kitapçının bitişiğindeki bir kapıdan geçerek girdik. Koridorda yürüdükten sonra etrafında uzun bitkilerin büyüdüğü, vazgeçilmez sarnıcıyla bir iç avluya ulaştık. Mersin ağaçları ve birkaç portakal ağacından oluşan bir bahçe. Bir veranda. Odalar, odalar, odalar. Lefkoşa'nın uzun süredir katlanmamakta olduğu bir sıcakta, bir öğleden sonranın tam ortasında serin. Büyük odalardan birinde oturan yaşlı bir kadını görmeye götürülmüştüm. Bana kadının seksen yaşında olduğu söylenmişti. Bir divanın üstünde bağdaş kurmuş oturuyordu, kafesli pencereden gelen ışık onu bütünüyle görmeme yeterli değildi. Elinde, ip üstünde şaşırtıcı bir hünerle hareket ettirdiği bir boncuk dizisi vardı. Dedi ki: Demek ki sen, doğumda sonunu su ve sabunla yıkamış olduğum küçük oğlansın. Demek ki sen, annen bahçede olduğu için benim saçımı çeken küçük şeysin. Peki sen yaşlı dadını hatırlıyor musun bakalım? Hayır, Allah şahidim olsun, baktığım hiçbir çocuk asla beni hatırlamamıştır. Şimdi genç bir delikanlı olmuşsun ama yaşına göre ufaksın, öyle değil mi? Ah, pek ufaksın! Annenle babana çekmişsin. Haydi, gel bakalım, gel de iyi yetişmiş bir çocuk olarak yaşlı dadının elini öp. Buruşuk eline değdiklerinde dudaklarımı büzdüm. Sesinin ya da ağzının aksine gözleri canlıydı. Kafesli kapıdan süzülen ışık, artık, anaç giysilerini göstermeye yeterliydi. Islak burnumla kolunun altına sığındığım anları hatırlayamadığım için utanç duydum. Annem el çantasından bir şilin çıkardı ve gizlice kadının avucuna koydu. Şilini bize dualar yağdırarak aldı. Annem dedi ki: Yaşlı bir kadının duaları altından daha değerlidir.
* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.