Uyanmadan Önce Gezegen

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Tekinsiz yazarların ormanlarında dolanıyor Hande Koçak...  Gerçeküstücülükten psikanalize 20. yüzyılın büyük labirentlerinde iz sürüyor, bugünü zorluyor.  Denemeyle örtüşüyor, öyküye dalıp çıkıyor, anıılarla hesaplaşıyor.
Kurmacayla gerçekliğin kesişim noktasında adının bütün hakkını veren “anlatı”lar...

DÜĞÜM

Durum

Her ılık hareketim kulağıma çarpıyor, dinliyorum yürürken. Bu sokaktaki ölümümün üzerinden yüzyıllar geçiyor ve kendimi gümüşleşmiş göğün altında beklerken buluyorum. Geçip gitmesini diliyorum yüzümün kalıntılarının. Sonra incecik bir telin üzerinde kendi içine doğru kıvrılarak yaşlanan bir kadın belirir gözümün önünde. Soyunuk hep. Çıktığı her yolu basan zift denizini tutuyor bir eliyle, diğer eliyle hışırtıyla çölde yol alan kâğıttan bir duvarı. Sokaklarını çatılarından tanıyor yaşadığı kentin ama ışıkta gözleri kapalı. Basamağa yerleşen adımı, dipsiz bir kuyuya çekiyor iki enkazın arasından sızan gecesini. “Gölge grisi” ancak bunda bilebiliyor hangi notaydı, dün kaybetmişti. Evine her dönüşünde yitirdiği o yola her kavuştuğunda duyduğu sevinci. Şairin evreni anne, romancının tarihi babadır. Sonra hep bir adam vardır yaklaşan. Basamaklarını tıkıyor kadının, çıkarken arkasında bıraktığı ama inerken hep önünde. Bulup çıkarıyor, bu onun adımı, basamaktan yapılma ya da kentin iç sızısından. O kadın soluğunu içine her çektiğinde benim içime kar yağıyor. Turuncu bir sessizliğin ortasında, bir kar tanesinin düşüş hızına denk bir hızda uzatıyor ayağını basamağa. Bir harfti bu kez. Anımsayamıyor. Geriye. Sıçrıyor. Giydiriyor üşümesi sızıya dönüşmüş kolunu ve onunla diğer kolunu tutuyor sıkıca. Setlere çarpıyor parmak uçları, indiği yer, ölümü olanaklı kılan o yer tutuyor midesini. Kendi kanı bu. Yutuyor.

Aksiyom 1: Dörtnala olan “yutkunarak kaçmak”tır.

Bilirsiniz, Kutsal Kitaplarda şöyle yazar “Başlangıçta kelam vardı.” Hiç de değil! Başlangıçta duygu vardı. Kelam, duygunun yerini almak üzere ondan sonra geldi, tıpkı tırıs gitmenin dörtnala gitmenin yerini almasında olduğu gibi, oysa atın doğal yasası dörtnala gitmektir; ata tırıs gitmeyi öğrettiler. İnsana duygusal şiiri terk ettirip diyalektiği, yani ağız kalabalığını benimsettiler. Öyle değil mi? (L.F. Céline)

Değil Céline değil! Başlangıçta hiçlik vardı,
Her hayvan kendi annesinin sütünde pişiyordu. Kadın besindi, aşk dışkı...
Orada
Bizden ve hiçlikten başka hiç kimse yoktu.
Şimdi susun ve yazın...
Bir yerlerde bir kelam vardı:

Kendisine karşı duyduğu iğrenme aşağıda kalmıştı; aşağıda ellerinin korkudan terlediğini ve soluğunun hızlandığını hissetmişti; ama burada, şiirin yüksekliğinde kendi yoksunluğunun da üstündeydi; anahtar deliği ve korkaklık sahnesi, üzerinden havalandığı bir tramplenden başka bir şey değildi; artık az önce yaşamış olduğuna tabi değildi, yaşamış olduğu yazdığına tabiydi. (M. Kundera)

Yaşam, kirli tramplen.

Yazmak, paraşüt.

Söz, asla başlangıçta olmadı.

At, dörtnala gidişini içine düştüğü dehşete borçludur.
At, varmak için harekete geçmez.
Dörtnala olan: Kaçmaktır, iniştir.

Ve paraşüt
Ya açılır ya açılmaz.

Aksiyom 2: Anılar durumu kötüleştirmekteki ustalıklarıyla bilinir.

Gök soğuk gri.
Ağlayarak terk ettiğimiz yaşlılar gibi.
Bir dilin dışına yavaş yavaş...

Bavullardan önce kambur bağlamış saçlarım.

Kök?

Bir dilin dışına yavaş yavaş...
Fransa bizi kusuyor.
Dilimde kazınma. Ama açlığa benziyor.

Ayaklarımı uzattığımda parmak uçlarım sokağa değiyor.
Bir gün gelecek zaten yaşamışız gibi olacak.
Bu sarsak rüzgârı yutmak, tamamını.
Taşımak.

İki ak kesecikte, pütür pütür olana dek, böğürtlen reçeli – tıpkı.

Hep tuzlu, hep acı. Yeşilden yoksun soluk. Arzu.
Nefes alamıyorum. Gök üzerime kapanıyor.

Şarap hâlâ çantamda, açmadım.

Yolları tıkıyorum.

Albatrosun talihsiz yavrusu, mezarlık kokulu,
Kırmızı olmayan her türlü fikrin aktığı bunca yatak... Sadece yalnızlık çiftleşiyor.
Acım kaynıyor...

Bir dilin dışına... Yavaş yavaş.

Arzunun kanatları
Ateşten bir duvara dek çırpınacak.

...

Bernhard geliyor aklıma, bu aralar hep o geliyor çünkü bir opera tuvaletindeyiz ve orada olup bitiyor her şey. Rüyamda Bernhard’ı görmek istiyorum ve rüyamda artık İtalya'da olmak istemiyorum. Burada olmak istemiyorum, bunları yapıyor olmak istemiyorum, bu olmayı reddediyorum, çok doğal bir refleksle kusmak istiyorum, sonra kalkıp doktora gidiyorum, bu da işlev yitirmeye başladığımı hissettiğim anda ortaya çıkan başka bir doğal refleks ama her hipokondriyak titreşim bir metafordur, istek yitik, kayıtsızca göçmüş arzular, işte tam da bu yüzden sevgili doktorumun korkuyla sözünü ettiği aşırı doz taşıdığım bu ne menem bir halt olduğunu açıklamak için benden üç gün süre istedikleri pek sevgili tinsel enfeksiyonumu bahane edip sabah akşam kusmak istiyorum, sizin yaşınızdakilerde bu enfeksiyon kendisini kusma nöbetleriyle ele verirmiş, öyle diyor sevgili doktorum, bunu biliyorum, bu yaştakilerden başka türlü bir tepki beklemenin ölümcül sonuçlarına işaret etmek için sağ elimle şakağıma sıkar gibi yapıyorum, onun buna gülmesini istiyorum, gülmüyor, yaşlandığım ve bu yüzden giderek aptallaştığım gerçeğiyle çarpışmamı da umursamıyor, yine bir kelebek edasıyla koltuğa oturup yatağıma yaklaşıyor ve “Bununla başlayalım” diyor, ben tek söz etmiyorum, zira bana yazdığı ilacı bir yerlerden gözüm ısırıyor hatta bünyemin vaktinde bu ilaca verdiği zihinsel-alerjik aşırı tepki yüzünden düştüğüm haller geliyor gözümün önüne, yine bir seyahat ertesiydi, doğrulamamıştım, hiç ses çıkarmadan benimsiyorum kaderimi, umurumda olmuyor, ve şu anda içtiğim o ilacı kusarak atmamak için oturmuş bunları yazıyorum.

Hiçbir şiire çıkmayan bir günde ölüyorum. (T. Bernhard)

Kendi yolumu tıkıyorum.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.