Temmuz Çocukları

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Soğuk bir yılbaşı gecesi. Ankara’da bir kahvede içindeki boşluğun nedenlerini anlamaya çalışan Aysu, Almanya’nın karla kaplı bir kentinde, yıllar önce Süheyla ile yasak bir aşk ilişkisi yaşamış olan ve gelen bir telefonla yeniden bu aşkın peşine düşen Klaus, geçmişiyle hesaplaşan Şükriye Hanım, Sabri Bey ve oğulları Aziz. Ve sürekli çalan ama kimse tarafından açılmayan telefonlar...
Temmuz Çocukları Menekşe Toprak’ın ilk romanı.

Avcunun içindeki çay bardağını evirip çevirir, soğumaya yüz tutar tutmaz tadı her zamanki gibi buruklaşmış, görünümü ise bulanık koyu kil rengine dönüşmüş olan çaydan minik minik yudumlar alırken insan trafiği bugün daha da yoğun olan kahveyi tarıyordu gözleriyle. Tanıdık onca simanın arasında az buçuk samimi olduğu, hiç değilse ayaküstü merhabalaştığı birilerini bulsa, şu masaya yalnız başına oturduğundan beri üzerine çöken sıkıntıdan kurtulacaktı belki de. Ama böyle birileri gözüne çarpmadı. Kahvenin şakırtılı ve telaşlı uğultusu, her zamankinden daha kararlı koyu havası, masalardan yükselen sigara dumanı, tıpkı birkaç yıl önce keşfedip gelmeye başladığı günlerdeki halini andırıyordu. Çıngıraklı dış kapı sürekli açılıp kapanıyor, dışarının soğuğu ve karlı kokusu kıpkırmızı yüzlerle içeri doluşuyor, dışarı çıkanların boşalttığı masalar anında doluveriyordu.
Aysu, önünden geçip giden ve bir süre etrafına bakındıktan sonra kalabalık bir gruba katılan genç adamı izlerken, onun uzun süredir buralarda görünmediğini düşünüyordu. Bir değişiklik vardı üzerinde, şimdi ne olduğunu çıkaramadığı bir farklılık. Eskiden sakallı mıydı, şimdi kısacık kesilmiş saçları o zamanlar omuzlarına mı dökülüyordu, ne? Ama adamın adını bile bilmiyordu ki ne eski halini ne de bu değişikliğin nasıl bir şey olduğunu çıkarabilsindi şimdi. Sonra, sırtı kendisine dönük başka bir kadınla oturan karşı masadaki genç kadın... Onu da uzun süredir görmüyordu. Tipini hiçbir zaman değiştirmeyen insanlardan olmalıydı bu kadın. Ne ilkgençlik yıllarında kendine yakıştırdığı saç biçiminden ve kıyafet seçiminden vazgeçen ne de alışkanlıklarını terk edebilen cinsten. Her zamanki uzun, düz kuzguni saçları, siyah ince kaşlarını ortaya koyacak kadar kısa kesilmiş kâkülleri, hep aynı abartılı göz kalemi, bol fondötenli beyaz teni... Simetrik, dolgun ama küçük dudaklarının konturlarını daha da belirginleştiren kıpkırmızı ruju kalp biçimindeki küçük yüzüne bir maske gibi yapışmıştı ve onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Tiyatro sahnesinden henüz yeni inmiş birini andırıyordu kadın. Belki de öteden beri buraya uğrayan amatör tiyatroculardan biriydi.
Kadın, “Nihayet” diyerek yan taraftaki çay ocağına doğru döndüğünde, Aysu da bakışlarını o yöne çevirdi.
Kadınların masasına çalak hareketlerle iki çay bırakan ve “Sıcacık ablacığım!” diyerek çayının reklamını yapmayı ihmal etmeyen Rüstem, sağdan soldan yükselen “Rüstem buraya da, Rüstem çay” çağrılarına “Geliyor, yetiştim abimm!” sözleriyle karşılık vererek, bir altmışlık boyuyla adeta her zamanki gösterisine çıkmış gibiydi. Kulpundan kavradığı kahveci askısını, üzerindeki çay dolu bardaklardan tek damla bile dışa taşırmadan sağa sola sallayıp hareketsiz olabilecek her ana bir devingenlik katarken, bu dünyada gülmenin ve hayret etmenin mümkün olduğunu hatırlatıyordu Aysu’ya. Çaycılığın da bir zanaat olduğunu göstermek istercesine elindeki tepsiyle türlü türlü cambazlıklar yapıp masadan masaya laf yetiştirirkenki hali mi gerçek Rüstem’e en yakın olan, yoksa şu uyanık bakışlarından çok daha başka bakabilen hali mi onu gerçek Rüstem yapan?
Aslında Aysu’nun bunu bilmesine imkân yok. Çünkü hemen hemen her gün gördüğü biri de olsa, hayatının hiçbir yerinde değil Rüstem. Rüstem çay verir her gün, su verir, belki masasına eğilip bazen mahcup bazen de, duruma göre, eğer yüz bulmuşsa, pişkin bir edayla iki çift de laf eder, o kadar. Onun her gün gördüğü bu Rüstem yanlış zamanda ve yanlış yerdeymiş duygusunu hiç yaşamaz gibi. Ama belki de yaşıyordur da bunu zinhar belli etmeyenlerdendir. Hem sonra kendisinin şimdi yanlış zamanda ve yerdeymiş gibi bir duygu yaşadığını bilen kim ki? Kim onun topluluk içindeyken kendinden sıkılmalarının zaman zaman uçsuz bucaksız bir kara boşluğa dönüştüğünün farkında? O kadar uzun zamandır bu sıkıntılarla boğuşuyor ki Aysu, bazen çok derinlerinde, bulunduğu ortamlardan uzaklaşmasına, muhabbetlerine katıldığı insanlara karşı aniden yabancılaşmasına, kahkahalarla karşılık verilen bir espriyi hiç de içten olmayan öylesine bir gülümsemeyle geçiştirivermesine neden olan karanlık gizli bir gücün saklı durduğu duygusuna kapılıyor. Sanki koca dünya, şimdi olduğu gibi, sonsuz bir kara delikten ibaret. Ama yine de bazen delikten ışıklar da görüyor, çoğu zaman tek başına evdeyken, günün ilk sigarasının ilk dumanını ciğerlerine çekerken ya da güzel bir düşün peşindeyken. Birkaç gün önce, hiçbir neden yokken böylesi bir yaşama sevinciyle dolup taştığında, insanı yaşama karşı dirençli kılan şey belki tam da bir anlık ışık, inanç ya da umut, artık nasıl tanımlayacaksa bunu, işte o hep bir yerde tetikte bekleyen o tamamlanmışlık duygusudur diye düşünmüştü. Onu sıkça eylemsizliğe sürükleyen karamsar gizli gücün karşısında durup şahlanan, adeta geleceğin bugünden daha güzel olacağını muştulayan başka bir güç... Kendini her an doğru yerde ve doğru zamanda hissedeceğini hatırlatan o umut. Sekiz saatlik işine katlanmalar, o sekiz saatin ortasına konmuş bir saatlik öğle tatillerindeki geçiştirmeler, bir masada çoğunlukla sıkıntıyla kıvranarak dinlediği dünyayı değiştirmeye soyunan söylevler... Her şey, hepsi geçici; bir an gelecek, bu katlanılması zül zamanlar sihirli bir asanın dokunmasıyla son bulacak ve birden adını koyamadığı bir huzurla dolacak; çünkü bedeni sadece tesadüfen buradadır. Yürürken, birini beklerken, o biriyle konuşurken, dedikodu yaparken...

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.