Tel Dolaptaki Karpuz

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Herkesin öyküsü, kişisel tarihi farklı olsa da, sonuçta hepimiz yaşadığımız süreçte çocuktan ergene, olgun kişiye, derken bir yaşlıya dönüşüyoruz. Kadın erkek, elimizde “eski hallerimizi” taşıdığımız yıpranmış bavul, yürümeye devam ediyoruz; artık ayaklarımız bizi nereye kadar götürürse…

"Benim Lokantalarım", "Ölmez Ağacın Peşinde / Türkiye'de Zeytin ve Zeytinyağı", "Silivrim Kaymak / Türkiye’nin Yoğurtları" gibi “lezzetli” çalışmalarıyla tanınan Artun Ünsal, anılarını "Tel Dolaptaki Karpuz"da bir araya getirdi.
1950’lerin Kadıköy’ünden Afganistan’ına, 60’ların Paris’inden 70’lerin Kıbrıs’ına, dost meclislerinden lezzet duraklarına, aşklardan ayrılıklara, yollara ve yolculuklara... Anadolu’nun geleneksel tatlarına dair “lezzet” kitaplarıyla tanınan Artun Ünsal, bu kez anılarıyla çıkıyor okurunun karşısına: Elinde “eski hallerinden” yıpranmış bir bavul, siyah beyaz fotoğrafların içinden bakıyor hayata; tel dolaplı bir mutfağı, limon çiçeklerinin kokusunu ya da bir gün batımını hatırlayarak...
Ünsal, Türkiye’nin yerel, kültürel değerlerinin ve ürünlerinin bilinmesi ve korunmasının günümüzün globalleşen dünyasında giderek daha da önem kazandığı inancıyla, Anadolu yolculuklarını heyecanla sürdürüyor.

Teyzemin İzci Şapkası

Annem, babam ve ben aynı karedeyiz. Üçümüzü bir arada gösteren, kucak kucağa fotoğraflarımız o kadar az ki... Belki, o günlerde fotoğraf olayı bugünkü kadar yaygın değildi. Şimdilerde öyle mi? Her cep telefonu aynı zamanda potansiyel bir fotoğraf makinesi. Her neyse, suçu fotoğraf çektirme alışkanlığına veya sıklığına atmak da yeterli olmayabilir bizim durumumuzda. Çünkü, küçük ailemizin bir arada yaşadığı günler de çok olmamıştı. Annemin sanatoryumda tedavi gerektiren sağlık sorunları, üniversite öğretim üyesi doktor babamın ise işi gereği Ankara’da olması, daha sonra Ankara’da yeniden buluştuğumuzda bile sık sık ortaya çıkan geçimsiz ve gergin yaşam, sanırım mutlu aile fotoğraflarına pek izin vermiyordu. İlerideki yıllarda da vermeyecekti. Meselenin aslı budur efendim...
Ne var ki, 1950’nin yazında çekilmiş 6 x 9 ebattaki siyah beyaz fotoğrafta üçümüzün de mutluluğu apaşikâr. Ankara’dan birkaç günlüğüne gelen yakışıklı babam, dirseğine kadar sıvanmış bembeyaz gömleğiyle, bir eli belinde, öbür eliyle annemi sarıyor. Pantalonunun üzerine fotoğrafı çeken misafir dostun gölgesi düşmüş, ne gam. Annem, çiçekli şık bir yazlık elbise giymiş, ayağında alçak topuklu beyaz ayakkabılar. Birkaç ay önce ağır bir ameliyat geçirmiş olmasına karşın, her zamanki gibi güzel, zarif ve bakımlı. Beni iki koluyla sıkı sıkı kavramış, öylesine şirin bakıyor ki objektife. Annem hep fotojenikti zaten. Ben kısa pantalonluyum: Anneannemin emektar “Pfaff” marka dikiş makinasıyla özene bezene diktiklerinden biri. Hazır giyim ne gezer o zamanlarda... Üzerimde kısa kollu, beyaz bir gömlek. Saçlarım soldan ayrılmış, yana düz taranmış -oysa bayağı kıvırcıktı saçlarım ama annem nedense, uslu çocuklar gibi hep yandan taramamı isterdi. Babam ise saçını arkaya doğru tarardı. Fotoğrafta birbirimize çok benziyoruz babamla. İkimiz de esmer, açık alınlı, düz saçlı -ben zorla tabii- ve biraz da koca burunluyuz. Minicik kuş burunlu, mavi yeşil gözlü, çıtı pıtı annem kumraldı. Tuhaf, değil mi? İlerideki yıllarda daha çok anneme benzediğimi söyleyeceklerdi. Herhalde ortak mimiklerimiz bizi ele veriyordu.
Fotoğrafa dönersek: Sağ omuzumda bir oyuncak tüfek... Kulaklarım o sıralarda hafif kepçe görünse de bayağı havalıyım. Babamın Beyoğlu’ndaki Japon Mağazası’ndan aldığı, tetiği çekilince ucu lastik vantuzlu küçük bir sopa fırlatan bu oyuncak tüfekle çekilmiş bir fotoğrafım daha var, hedef olarak konmuş bir şişeye çömelerek nişan alırken. Aslında vantuzu biraz ıslatıp atınca pencere camından tutun da ahşap kapıya kadar her şeye yapışırdı bu sopacık.
Göztepe Yeni Yol’da, İstanbul eski baro başkanlarından avukat Şinasi Bey’in çok geniş bir bahçe içinde bulunan, büyük bir olasılıkla yıkılmış eski bir köşkün yerine yaptırttığı iki katlı beton evinin alt katında kiradaydık o sırada. Yeni Yol ve yukarıdaki Göztepe İstasyon Caddesi arasındaki tüm komşularımız irili ufaklı köşk mimarili kâgir binalarda oturuyorlardı. Annemin nekâhat dönemiydi. Dul anneannem ve küçük teyzemle birlikte yaşıyorduk. İlkokul birinci sınıfı geçmiştim. Biraz hareketli -yaramaz mı diyorlardı yoksa?- bir çocuktum. En azından, sevgili narin annemi üzmemeye çalışıyordum ama zaman zaman onu delirttiğimi de biliyordum. Şinasi Bey’in bahçesinde tellere sarılı ağaçlarda özenle yetiştirdiği armut ve elmaları iş olsun diye ham ham koparmanın dışında, aralarına hamak serili büyük fıstık çam ağaçlarının bulunduğu üst bölümdeki kurbağalı havuzun dibine gitmem de vesveseli annemi korkutuyordu, “maazallah içine düşerim” diye... O nefis bahçeye şimdilerde kaç apartman dikildi, sayamam. Göztepe de artık beton yığını, ama o günlerde benim gibi bir “tek çocuk” için bulunmaz bir ortamdı. Bahçede ölü bulduğum serçe kuşunu törenle bir ceviz ağacının dibine gömecek kadar merhametliydim ama ellerimle tuttuğum çekirgeleri, alkolü epey seven Şevket Dayı’mın ziyaretleri sonrasında bahçede bir kenara konan, dibinde hâlâ birkaç damla rakı kalmış boş şişelerin içine atarak bakalım sarhoş olacaklar mı diye bekleyecek kadar da acımasızdım -her çocuk gibi… Bir köşeye ellerimle ektiğim bir avuç bakla filizlenip boylanınca yaşadığım keyfi, değme çiftçi yaşıyamazdı!
Bunca yıl geçti aradan ama İsmet İnönü’nün Yeni Yol’daki itfaiye garajının kapısının üzerine asılmış şaşkın tavırlı fotoğrafını hâlâ unutamıyorum. Celal Bayar ve Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinin seçimleri kazandığı gün asılmış olmalı... Sadece adları kırmızı olan ama siyah beyaz basılan gazeteleri anımsıyorum: Her 10 Kasım’da adları da siyah çıkardı. Futbolsa o günlerde de vardı elbet. Fener’de Lefter ve “Uçankale” kaptan Cihat, Galatasaray’da “Baba” Gündüz ve Reha, Beşiktaş’ta Dr. Vedii, Vefa’da “Tahta Bacak” İsmet ve Rober, o dönemin starlarıydı kuşkusuz. Bir de Maruli vardı ki, ismi çok hoşuma giderdi, marul gibisine... O sıralarda İstanbul’a, Avrupa turnesine çıkmış Brezilya ve İngiliz klüpleri de sık gelirdi. Adamlar iyi oynuyordu ki, bizim takımlar çok az maç kazanabiliyorlardı onlara karşı. Anneannem Pendik pazarından bana plastikten, saydam kırmızı bir kemer almıştı, demirden Galatasaray armalı geçme tokası vardı. Plastik o zamanlarda bize göre yepyeni bir icat olduğundan hem ucuz ham de şık kabul ediliyordu. Annem ve babam Galatasaray’ı tutuyordu ya, ben de o tarafta olmalıydım. Ne var ki ben, aramızda sadece sekiz yaş fark olduğu için hep “abla” diye seslendiğim -zaten bir kardeşim olmasını hep isterdim- sevgili Gülen Teyze’min Fenerbahçe’sine meyilliydim. Sonunda kırmızı plastik kemeri bir köşeye atacaktım, annemle ters düşme bahasına. 
Yakında Göztepe ya da Erenköy pazarları kurulurdu. Aneannem’le giderdik. Küçük kavun ve karpuzların fiyatı bugün bile aklımdan çıkmıyor: 5 kuruş. Hem de “ kesmece!”. O günlerde tam bir kitap kurduydum. Ne bulursam okurdum. Annemin sanatoryumda okuyup eve getirdiği romanlarından Jane Eyre, Küçük Adam Ne Oldu Sana ve Safo, bunlardan bazılarıydı. Bu arada, annemin sayesinde Neyzen Tevfik’in hayatı ve Yahya Kemal’in şiirleriyle de erken yaşta tanışmıştım, “vuslat”’ın ne anlama geldiğini henüz bilmesem de...
Tabii bu arada benim de kendime göre dergilerim vardı, Çocuk Haftası ve Binbir Roman gibi. Kızıl Maske ile Sihirbaz Mandrake’nin çizgi serüvenlerine bayılırdım. Çocuklar empatiyi çoğu zaman büyüklerden daha iyi becerirler, değil mi? Bu yüzden olsa gerek Kemalettin Tuğcu’nun Köprüaltı Çocukları gibi Ferenc Molnár’ın Pál Sokağı Çocukları romanını da gözlerimden yaşlar akarak okur, İki Çocuğun Devriâlemi ile ne keyifli yolculuklar yapardım bilmediğim ülkelere! Sefiller’de kürek mahkûmu Jan Valjan’ın (Jean Valjean) talihsiz yıllarında acı çeker, ilerde evlat edineceği yetim kız Kozet (Cossette) ile mutlu yaşamına ortak olur, sevimli sokak çocuğu Gavroş (Gavroche) ile birlikte oynar, Valjan’ın peşini bir türlü bırakmayan “kötü polis” Javer’e ise (Javert) ifrit olurdum! Varsın, romanda geçen “işçi”, “burjuva”, “başkaldırı” ya da “ devrim” gibi sözcüklerin neyi ifade ettiğini anlayacak yaşta olmayayım... Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihi romanlarını da yutarcasına okurdum birbiri ardından. Kesmeyince, Göztepe İstasyon binasına bitişik tütüncüden gecesi beş kuruşa Arsen Lüpen’in Harika Maceraları’nı, Fantoma’yı ya da Üç Silahşörler’i kiralardım. Okumanın teşvik edildiği ve TV’nin henüz ülkemize gelmediği yıllarda pekçok çocuk benim gibiydi zaten.

Arada bir, Şevket Dayı’m (aslında anneannemin en küçük kardeşi, annemin dayısıydı, ama ben de onu öyle çağırırdım), Gülen Teyze’m ve en büyük amcamın oğlu Oğuz Caddebostanı Plajı’na gittiklerinde beni de yanlarına alırlardı. Bağdat Caddesi üzerinde, 1950 model bir Ford’la da karşılaşmıştım ilk kez. Otomobilin ön karoserindeki tamponu süsleyen dairenin içinden sanki bir top mermisinin ucu gözüküyordu. O günlerde “hususi” plakalı otomobiller genelde varlıklı kesimin bir ayrıcalığıydı, resmi “makam” araçlarıysa siyasiler ve üst düzey bürokratların. Ortalıkta Amerikan arabaları vardı daha çok. Taksi olarak hizmet verenleri, mesela Kadiköy İskelesi’nde azametle müşteri beklerdi. Yaşlanınca da bu kez “dolmuş” olarak çalışacaklardı, pavyona düşmüş eski nazlı hatunlar misali.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.