Taş-Kâğıt-Makas

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Mağara Arkadaşları, Aziz Bey Hadisesi ve Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek kitaplarının yazarı Ayfer Tunç’tan dört uzun ve dokunaklı öykü... Kaybetme Korkusu, Taş-Kâğıt-Makas, Fehime ve Suzan Defter... “Ayrılmak, gidenin, kalanın kucağında bir kucak kor bırakmasıdır.”

1. Avlu

Adını sonradan öğrendim, hikâyesini de. O korkunç olay gözlerimin önünde cereyan ettikten aylar sonra. Balkonda derin derin soluk alırken, her soluk alışımın aslında küs olduğum tanrıya gönderilen kırgın bir dua olduğunu içimden geçirirken, –ya bir an önce bahar gelsin ya da bu isli soluklar beni büsbütün zehirlesin, böylece bu ağır, bulanık, içimde kabarıp duran ve artık dizginlemekte zorlandığım garip hal sona ersin diye– kapı çalındı.
Önce hiç oralı olmadım; birçok lüzumsuz arkadaşım vardır, gelip gevezelik ederler, duyulmuş fıkralar anlatırlar, içkilerimi bitirirler, canımı sıkıp giderler; yine onlardan biridir diye aldırış etmedim. (Hayatımda kapıyı açmaktan sevinç duyacağım kimse yok.) Ama sonra duraksadım. Bir önsezi, tam da o terasa bakıyordum; saksılar devrilmiş, kuşlar çiçeklerin köklerini gagalamışlar, perdelerin durgun çizgileri daha da kararmış; gidip kapıyı açtım.
Gelen, –adını henüz bilmediğim– Safir’di. Perişan göründüğünü, çok zayıflamış olduğunu görünce, bu gelişe şaşırmayı unuttum. Sebepsiz bir şekilde düşmandım ona. Safir hakkında da, olayın nedeni hakkında da hiçbir fikrim yokken düşman olmuştum. Bu çok karışık bir duygu aslında. Birkaç defa çözümlemeye kalkıştıysam da vazgeçtim. Niye saklayayım ki, penceresi bu avluya bakan herkesin kötücül bir duygu beslemeye hakkı olduğu gibi tuhaf bir fikrim var. Aslında bu avluya bakan evlerde cereyan edenleri gören herkes böyle düşünebilir, bu nedenle pek haksız sayılmam. Ama düşmanlık beslemek sanıldığı kadar kolay bir şey değil, hele ortada belli bir sebep yokken. Bir kırgınlık olmalı, bir haksızlık, bir acı ya da en azından elden kaçırılmış bir şey olmalı ki, kendimizi avutabilmek için bir düşmanlığa sığınabilelim.
Bu avluda, bakanların ruhuna sızan gizli bir kötücüllük var, herkes sebebini kendi yaratıyor. Süsen’in kocasını düşman olarak seçmem kolay olmadı, uzun süre kadına ilk görüşte âşık olduğuma kendimi inandırmaya çalıştım. Sanki bu, durumumdaki tuhaflığı giderebilirmiş gibi... Oysa aylar boyunca ara sıra kadını tüllerin arkasından seyrederken, ışığını söndürdüğüm balkonda kendimi gizleyip onların terastaki sıradan hallerini takip ederken âşık falan değildim sanıyorum. Kalabalık aileler içinde olunsa da, herkesin tekil hayatlar sürdüğü bu avluda onların iki kişilik yaşamaları dikkatimi çekmişti, bu yüzden onları gözlüyordum.
Galiba ben kadının ölümüne âşık oldum. Bunu da uzun zaman kendime itiraf edemedim. Derinden hissettiğim bu sebebi soğuk ve fısıltılı bir iç sesle kendime bir bir anlatırsam, ortada karanlıkları seven ruhumu besleyecek bir düşmanlık kalmayacağı için, âşık olduğum şeyin Süsen değil, o ölüm ânı olup olmadığını da kendime fazla sormadım.
Bu avlu zehirlidir, ya arka pencereleri örmeli ya da buradan gitmeli. Ben zehirlenmeyi seçtim, isteyerek. Oysa ne sırtımdan bıçaklandım, ne ihanete uğradım, ne de çocukluğumu örseleyen yakıcı hikâyelerim var. Ruhum karanlığı seviyordu sadece, ben de bunları yazıyordum, yazdıklarım kimseyi ilgilendirmiyordu, hepsi bu. Birçokları gibi küstüm. Ama kimlere küs olduğumu da bilmiyordum. Hayat hakkında zaten bir karara varamıyordum, iyi mi kötü mü, gerekli mi değil mi, değer mi değmez mi, o korkunç olaydan sonra kararsızlığım büsbütün arttı. Penceremin açıldığı âlemde yaşadıklarımla bir yandan sığ, kolay ve düşüncesiz bir hayatı tattım, bir yandan da dibe indim, bulanık olanda biraz daha kendimi aradım.
Safir’in gelip kapımı çaldığı güne kadar polise bir yığın imzasız mektup yazdım, ama hiçbirini göndermeye cesaret edemedim. Nerde bende o yürek? Biri mektubumu ciddiye alır da kararsız hayatım başkalarının elinde bir biçim kazanır diye korktum. Başkalarını ilgilendiren, ama para kazandırması dışında beni hiç ilgilendirmeyen şeyleri yazarken, arada bir gözüm pencereye takıldığında, avludan yükselen kötücül buhar beni kendine çekiyor, ben de oturup polise mektup yazıyordum: Her şeyi gördüm!
Bu avlu bastırılmış, ortak bir deliliğin açığa çıktığı bir iç âlemdir. Kışın daha sessiz ama daha kötücül olur. Pencereler sımsıkı kapalı olduğundan, yürekten kulak vermek gerekir acı çığlıklara, şehvetin iniltisine, şiddete, ihanet taşıyan fısıltılara. Ben de avlunun diğer insanları gibi hiçbir müdahale arzusu duymadan, yaşananları değiştirmeye ilişkin en ufak bir kaygı taşımadan, hatta fikir bile yürütmeden öylece izledim olup bitenleri. Bu mırıltılı ama kıpırtısız tanıklıktan, avlunun taşmaya hazır kininden, delilik sınırında duruşundan, saldırganlığından, öfkeli ve gaddar taşkınlığından, şehvetinden marazi bir zevk aldığımı kendimden hiç gizlemedim, ama kimseye de anlatamadım. Kim, şehrin tam ortasında dar ve acımasız bir koridor oluşturan bu yan yana sıralanmış avlularda, hayatın şişmiş ve öfkeli bir yürek gibi attığına inanır?
Kurum dolu havayı içime çekerken, geçkin orospunun balkona attığı annesi düzenli aralıklarla camı yumrukluyordu. Ağlamaktan çok inlemeye benziyordu sesi. Herkes alışkındı buna. Kapı çalındığı sırada, artık anlam katmak için çaba bile göstermediğim hayatım baharla birlikte canlansın, oyunda sahne değişsin diye bekliyordum. Bahar burada sahneyi gerçekten değiştiriyor; kötülük, baharın coşkun sesi, ılık hava, henüz kine bulaşmamış taze aşklar altında bir süreliğine kabuğuna çekiliyor.
Odamda kibirli bir müzik çalıyordu, kapıyı açmaya giderken sesini kıstım.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.