Sokaktaki Adam

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Amerikan edebiyatının yaşayan en büyük ustası Philip Roth’tan yaşlılık, hastalık ve insanın ölüm karşısındaki çaresizliği üzerine son derece içten, yoğun ve büyüleyici bir kitap.  

"Fuentes ve García Márquez’le birlikte dünyanın en iyi üç romancısından biri olan Philip Roth için yaşlılığa rağmen cinsellik arzusunun artışı, insanın kendi yaratısına, ölüme karşı koyması anlamına geliyor... Georg Lukacs yazarın, hayatın bütününü kapsamasının imkânsız olduğuna hükmetmişti,  Philip Roth Sokaktaki Adam’da bu tezi görkemli bir biçimde çürütüyor.”

Nadine Gordimer, "The New York Times"

 

 

 

New York’ta bir reklam ajansından emekli olan Sokaktaki Adam görünüşte güzel bir hayat sürmüştür: Ödüllü bir sanat yönetmeni olarak, genç ve güzel kadınların ilgisini çekmiştir, kızı ona hayrandır, bir finans dehası olan ağabeyi zor zamanlarında hep yanında olmuştur. Ancak Sokaktaki Adam artık yaklaşan ölümün sesini duymaktadır; cenaze töreninde başlayan roman boyunca çocukluğundan itibaren hastaneye yattığı, ameliyat olduğu, kalp damar hastalıklarının ortaya çıktığı günleri ve 11 Eylül saldırılarından sonra taşındığı bir sahil kasabasında emeklilere resim dersi vererek geçirdiği anları hatırlar. Hatırladıkça, aklında mutlu geçmişi kadar, başarısız evlilikleri, sevdiği insanlara ihanet edişi,  ressamlık hayalinin peşinden gitmeyişi, artık asla telafi edemeyeceği pişmanlıkları da canlanır.

Köhne kabristandaki mezarın çevresinde, enerjisini ve özgünlüğünü hatırlayan, kızı Nancy’ye onunla birlikte çalışmanın ne kadar zevkli olduğunu söyleyen, New York’tan eski reklamcı meslektaşları vardı. Ayrıca 2001 yılının Şükran Günü’nden bu yana yaşadığı, Jersey Kıyısı’ndaki bir emekliler köyü olan Starfish Sahili’nden arabayla gelenler de olmuştu – yakınlarda resim dersleri vermeye başladığı ihtiyarlardı bunlar. Bir de çalkantılı ilk evliliğinden olan, daha çok annelerine düşkün, sonuç olarak onun övgüye değer yanları hakkında pek az şey, çirkin yönleri hakkındaysa pek çok şey bilen ve başka bir sebepten değil de, yalnızca görev icabı orada bulunan orta yaşlı iki oğlu Randy ve Lonny vardı. Ağabeyi Howie ve yengesi oradaydılar, önceki akşam California’dan uçakla gelmişlerdi, bir de üç eski eşinden biri, Nancy’nin annesi olan ikinci evliliğini yaptığı uzun boylu, çok ince, kır saçlı, sağ kolu yanında gevşekçe sarkan Phoebe vardı. Nancy ona bir şey söyleyip söylemeyeceğini sorduğunda, Phoebe utangaç bir biçimde başını salladı ancak sonra yumuşak bir sesle konuşmaya koyuldu, sözcükleri ağzında biraz yuvarlayarak konuşuyordu. “İnanması o kadar güç ki. Körfezde yüzerkenki halini düşünüyorum, hepsi bu. Sürekli onun körfezde yüzerkenki halini görüyorum.” Sonra, babasının cenaze işlerini üstlenen ve matemli kalabalık yalnızca annesi, kendisi, merhumun ağabeyi ve yengesinden ibaret olmasın diye cenazeye gelmesi muhtemel kişilere telefon eden Nancy vardı. Davet edilmiş olduğu için gelmeyen tek bir kişi vardı, uzun yıllar önce geçirdiği kalp ameliyatından sonra ona bakan özel hemşire Maureen olarak kendini tanıtarak aniden kabristanda beliren, yuvarlak bir suratı ve kızıla boyalı saçları olan tıknaz, hoş bir kadın. Howie onu hatırladı ve yanağından öpmek üzere yanına gitti.

Nancy herkese şunları anlattı: “Söyleyeceklerime bu kabristandan bahsederek başlayabilirim çünkü babamın büyükbabasının, benim büyük büyükbabamın yalnızca büyük büyük-annemle birlikte kabristanın açılan ilk birkaç dönümlük bölgesinde yatmakla kalmadığını, aynı zamanda 1888 yılında bu kabristanı bizzat kuran kişilerden olduğunu keşfettim. Kabristanı ilk başta finanse ve inşa eden dernek, Union ve Essex bölgelerine dağılmış Yahudi hayır kurumlarının defin topluluklarından oluşuyordu. Büyük büyükbabam, Elizabeth’teki özellikle de yeni gelen göçmenlere hizmet veren bir pansiyonun sahibi ve yöneticisiydi, onlara sıradan bir ev sahibine oranla daha çok ilgi gösteriyordu. Buradaki boş araziyi satın alıp burayı bizzat düzenleyen, bahçe düzenlemesini de yapan ilk üyeler arasında yer almasının ve kabristanın ilk müdürü olmasının da sebebi buydu. O günlerde nispeten gençti ama yaşam gücü zirvedeydi, kabristanın ‘Yahudilik yasaları ve ritüellerine uygun biçimde, cemaatin hayatını yitiren üyelerinin gömülmesi’ amacını taşıdığını belirleyen belgenin altındaki yegâne imza da onunkiydi. Gayet açık biçimde görüldüğü üzere, mezarların, çitlerin ve kapıların bakımı artık gerektiği gibi yapılmıyor. Malzemeler çürümüş, devrilmiş, kapılar paslanmış, kilitler gitmiş, vandalizm yaşanmış. Burası bugün havaalanının bitiş yerine dönüşmüş durumda ve birkaç mil öteden duyduğunuz ses, New Jersey Paralı Otoyolu’nun düzenli gürültüsü. Elbette ilk olarak babamın gömülebileceği gerçekten güzel yerleri düşündüm, annemle birlikte gençken yüzdükleri, yüzmeye bayıldığı sahildeki yerleri. Ancak buradaki bozulmaya baktıkça yüreğimin burkulması gerçeğine karşın (muhtemelen sizin yüreğinizi de burkuyordur, hatta neden geçen zamanın böylesine perişan ettiği böyle bir alanda bir araya geldiğimizi de merak ediyorsunuzdur), onun kendisini seven ve soyundan geldiği kişilerin yakınında yatmasını istedim. Babam ebeveynini severdi ve onların yakınında olması gerekiyor. Başka bir yerde olmasını, yalnız kalmasını istemedim.” Kendini toplamak için bir süre sessiz kaldı. Otuzlu yaşlarının ortalarında, uysal yüzlü bir kadındı, annesininki gibi sade bir güzelliği vardı, kesinlikle otoriter, hatta cesur bile olmayan, mahcup, on yaşında bir çocuğa benziyordu. Tabuta doğru dönerek bir parça toprak aldı ve kapağın üzerine atmadan önce alçak sesle, hâlâ mahcup bir genç kız edasıyla, “İşte, olacağı buymuş” dedi. “Babacığım, elimizden başka bir şey gelmiyor.” Sonra ona ait olan, metaneti öğütleyen vecizeyi hatırladı ve ağlamaya başladı. “Gerçekliği yeniden yapamaz insan” dedi babasına. “Olduğu gibi kabul etmeli onu. İnsan durduğu yeri muhafaza edip yaşananları olduğu gibi kabul etmeli.”

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.