Seçme Şiirler - René Char

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Biz yönetilmeyiz. Bize en uygun efendi Şimşek’tir; bir aydınlatır, bir ikiye biçer bizi.”

Char’ın bu sözünden hareketle, birçokları onun alnına iliştirmiştir Şimşeği. Bu Güneyli savaşçı, koca ozanın kendi elleriyle yoğurduğu yazgısına gerçekten ancak bir şimşek izi yaraşırdı.
Şiir onun için “en gür sessizliğin sözü”. Hemen Herakleitos’u akla getirebilecek bilmeceli, daha çok yalvaçsı bir dil Char’inki. Gerçeküstücülerle, Rimbaud’yla, simyacılarla akraba ya o “şimşek izi dışında başka bir seçkinlik izi taşımadan”, ayağa dikilmiş duruyor, “yalnız ve ustasız, sarıasma kuşunun yalın türküsüyle birlikte.” Bilmeceden âlâ yalın türkü mü var? Essah ozan…

Samih Rifat 1990’da yayımlanan, Char’dan Seçme Şiirler derlemesine yenilerini ekledi. “Durup ince şeyleri anlamaya zamanı kalmamış” çağdaş insanlara dingin bir kaya parçasının sesini dinlemeye yine bir çağrı…

“Söyle ateşin söylemeye çekindiğini
Havanın güneşi, gözüpek aydınlık,
Ve öl, herkes adına söylediğin için.”

RÜZGÂRA İZİN

Köyün yamaçlarına kamp kurmuş mimoza ağaçlı tarlalar vardır. Toplama zamanı oralardan uzakta, kolları gün boyu kırılgan dallarla uğraşmış bir kıza rastlarsınız ara sıra. Alabildiğine güzel kokulu bir karşılaşmadır bu. Işıltı çemberi kokudan bir lambaya benzeyen kız, sırtı batan güneşe dönük, yürür gider.
Onunla konuşmak bir kutsallığı çiğnemek olur.
Otları ezen bez çarıklarıyla yol verin geçsin. Kim bilir, belki de dudaklarının üstünde bir sanrı gibi, Gece’nin nemini görebilirsiniz!



SEPETÇİNİN KADINI

Seviyordum seni. Seviyordum fırtınanın kırıştırdığı bir pınara benzeyen yüzünü, öpüşümü saran beyliğinin armalarını. Kimileri yusyuvarlak bir düşgücüne sığınır. Banaysa gitmek yeter. Umutsuzluktan getirdiğim sepet öylesine küçüktü ki sevgilim, incecik söğüt dallarıyla örebildik onu.



ÉVADNÉ

Yaz ve yaşamımız tek bir bütündük
Kırlar güzel kokulu etekliğinin rengini yutar
Barışmıştı zorlamayla açgözlülük
Çalgısının yalpası az sonra çöküp gidecek
Maubec şatosu kile gömülürdü
Bizi sendeletirdi bitkilerin hoyratlığı
Bir karga, filodan kopmuş kara kürekçi
Kolu bacağı koparılmış öğle vaktinin
Dilsiz çakmaktaşı üstünde
Yumuşak devinimlerle süregiden
Uzlaşmamıza eşlik eder
Her yanda durup dinlenmesi gerekirdi orağın
Az bulunurluğumuz bir saltanatı başlatırdı
(Gözkapaklarımızı kırıştıran o uykusuz rüzgâr
Her gece çevirirken onaylanmış sayfayı
İstiyor ki senden alıkoyduğum her parça
Bir acıkmış çağ ve dev gözpınarı ülkesine yayılsın)
O tapılası güzel yılların başlangıcıydı
Anımsıyorum toprak biraz severdi bizi.


JACQUEMARD VE JULIA

Eskiden ot, tükenmeye yüz tutmuş yolların birbirine uyduğu saatte tatlılıkla dikerdi saplarını, tüm ışıklarını yakardı. Gündüzün atlıları sevdalarınca doğar ve yavuklularının şatolarında, boşluktaki hafif fırtınalar kadar çok pencere olurdu.

Eskiden ot, birbiriyle çelişmeyen binlerce güzel söz bilirdi. Gözyaşıyla ıslanmış yüzlerin koruyucusuydu o. Hayvanları büyüler, yanılgıya sığınak açardı. Zaman korkusunu yenen ve acıyı hafifleten gökyüzüne benzetilebilirdi uçsuz bucaksızlığıyla.
Eskiden ot, delilere karşı iyi, cellada düşmandı. Her günkü eşikle yeniden evlenir, gülüşü kanatlı oyunlar bulurdu kendine (bağışlanmış, bir o kadar da kaçamak oyunlar). Yolunu yitiren ve tümüyle yitirmek isteyenler için hiç de katı değildi.
Eskiden ot, gecenin kendi gücünden daha az değerli olduğunu, kaynak sularının yollarını keyiflerince dolandırmadıklarını ve diz çöken tohumun, yarı yarıya kuşun gagasında sayılabileceğini kanıtlamıştı. Eskiden toprakla gök birbirinden nefret ederdi ama toprak da gök de yaşardı.
Söndürülmez kuraklık akıp gidiyor şimdi. İnsan tanyerine yabancı. Yine de, bugün düşlenemeyen yaşamın peşinde ürperen istemler, yüz yüze gelecek mırıltılar ve keşfeden, sapasağlam çocuklar var.



TARİH

Sen bana göründüğünde, en sevdiği kayanın üstünde türkü söylüyordu yaz, türkü söylüyordu az ötemizde ve biz, uzun mavi küreğiyle ayaklarımızın dibinde oynaşan denizden daha deniz, suskunluk, sevecenlik, hüzünlü özgürlük kesilmiştik.

Türkü söylüyordu yaz ve senin yüreğin, ondan uzakta yüzüyordu. Gözüpekliğini öpüyordum, kararsızlığını duyuyordum. Dalgaların saltıklığından, evlerimizi taşıyan eller için öldürücü erdemlerin volta vurduğu o ulu köpük yarlarına giden yol. İnanmaya yatkın değildik. Sarılmıştı çevremiz.
Yıllar geçti. Fırtınalar öldü. İnsanlar gitti. Yüreğinin artık beni görmediğini duyumsamak acı veriyordu. Seviyordum seni. Yokluğunda yüzümün ve mutluluk boşluğumda. Seviyordum seni, her şeyde değişken ve sana sadık.


BAĞLILIK

Kentin sokaklarında sevgilim var benim. Nereye gittiği önemli değil bölünmüş zamanın içinde. Artık sevgilim değil, herkes onunla konuşabilir. Artık anımsamıyor, gerçekte kim sevmişti onu?

Bakışların dileğinde benzerini arıyor. Bağlılığımı yürüyor uçtan uca. Umudun resmini çiziyor, sonra da hafif, uzaklaştırıyor onu. Kendi istemese de ağır basıyor.
Mutlu bir batık gibi dibinde yaşıyorum onun. Yalnızlığım onun hazinesi, o bilmese de. Atılımını çevreleyen büyük boylamda özgürlüğüm içten içe oyuyor onu.
Kentin sokaklarında sevgilim var benim. Nereye gittiği önemli değil bölünmüş zamanın içinde. Artık sevgilim değil, herkes onunla konuşabilir. Artık anımsamıyor, gerçekte kim sevmişti onu ve kim aydınlatıyor uzaktan, düşmesin diye.



BİZİ TAŞIYAN O DUMAN

Bizi taşıyan o duman, taşı yerinden eden sopanın ve gökyüzünü açan bulutun kızkardeşiydi. Küçümsemezdi, olduğumuz gibi kabul ederdi bizi: çenelerinde bir sürgü, bakışlarında bir dağ, umut ve şaşkınlıkla beslenen ince dereler gibi.



GERİ VERİN ONLARA...

Geri verin onlara, artık onlarda olmayanı.
Göreceklerdir yeniden, hasat tohumunun başakta
kapanıp kalışını, otların üstünde sallanışını.
Öğretin onlara düşüşten yükselişe yüzlerinin
on iki ayını,
Seveceklerdir bir sonraki isteğe dek yüreklerinin
boşluğunu;
Çünkü hiçbir şey batıp gitmez ya da küllerde
kalmaz;
Ve sonunda toprağın yemişlere ulaştığını
görmeyi bilen kişi,
Sarsılmaz başarısızlıktan, yitirse bile her şeyi.



SÖYLE...

Söyle ateşin söylemeye çekindiğini
Havanın güneşi, gözüpek aydınlık,
Ve öl, herkes adına söylediğin için.



BİR KUŞ

Telin üstünde bir kuş, türküsünü söylüyor

Bu yalın ve toprağa kıl payı yakın yaşamın.
Cehennemimiz seviniyor buna.

Sonra rüzgâr acı çekmeye başlıyor
Ve bunu farkediyor yıldızlar.

Ey bunca derin yazgıyı aşıp gitmekten
Deliye dönen yıldızlar!


 

TUTUKLUNUN KURŞUNKALEMİ

Ağzı sis demeti bir sevi,

Çiçek gibi açıyor ve yokoluyor.
Bir avcı izleyecek onu, bir gözcü öğrenecek bunu;
İkisi tiksinecekler birbirlerinden, sonra da üçü lanetleyecekler
birbirlerini.
Dışarda don var, ağacın içinden geçiyor yaprak.


 

YARDIMCILAR

Yeryüzünde güzelliği doyurmak için

Bağlamamız gereken kişiler,
Bildik ya da yabancı,
Fırtınaya benzer,
Ne beklerler birbirlerinden?
Ansızın bir bulut kovar onları.
Bir martıyla aynı anda
Var oldular ya, yeter.



OKULLU KIZIN ARKADAŞI

Bilirim okul çantasına

Koşulmuş öğrencilerden
Daha hızlı yürür yollar
Güzün soluğunu kesen
Çamurunda dumanların bata çıka
Bendelerinize karşı her zaman katı
Siz miydiniz o gülümseyen gördüğüm
Kızım kızım korkuyorum


Çekinmediniz mi o yabancı serseriden
Size yol sormak için
Kasketini çıkardığında
Şaşırmış görünmediniz
Yaklaştınız birbirinize
Sanki gelincik ve buğday
Kızım kızım korkuyorum


Dişleri arasındaki çiçeği
Düşürebilirdi
Gönlü olsaydı adını söylemeye
Geri vermeye batığı dalgalara
Sonra da uykularınızı kaçıracak
İlençli bir açıklama
Kanının çalıları arasından
Kızım kızım korkuyorum


O genç adam uzaklaştığında
Akşam bir duvar ördü yüzünüze
O genç adam uzaklaştığında
Sırtı kambur alnı eğik eli boş
Durgunlaştınız söğütlerin altında
Hiç böyle olmamıştınız
Geri verecek mi güzelliğinizi
Kızım kızım korkuyorum


Ağzında tuttuğu çiçek babacığım
Biliyor musunuz neyi gizliyordu
Sineklerin üşüştüğü saf bir kötülüğü
Acıma duygumla örttüm üstünü
Ama gözleri tutuyordu
Benim kendime verdiğim sözü
Deliyim yeniyim ben
Babacığım sizsiniz değişen.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.