Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

YKY’den sanat yönetimi hakkında yepyeni bir çalışma
SANAT YÖNETİMİ ÜZERİNE KONUŞMALAR

Esra A. Aysun’un Şubat-Mayıs 2013’te gerçekleşen halka açık dört konuşmanın dökümünden hazırladığı bu yayın, Sanat Yönetimi’nin Devlet, Yerel Yönetimler, Özel Sektör ve Bağımsız Yapılarla ilişkisini, alanın uzmanlarıyla ortaya koyan kaynak bir kitap.
Konuşmalarda sırasıyla Özlem Ece, Dr. H. Ayça İnce, Dr. Gökçe Dervişoğlu Okandan ve Ekmel Ertan kendi alanlarındaki çalışmaları üzerinden Türkiye’de sanat yönetiminin devlet, yerel yönetimler, özel sektör ve bağımsız yapılarla ilişkilerini ele aldılar.
Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar, kültür yönetimini, bu doğrultuda yapılanları anlatan, sorunlarını tartışmaya açan önemli bir çalışma.

Güncel Bir Mesele: Sanat Yönetimi

“Sanat yönetimi” kültür ve sanat alanının yan yana kullanıldığında en sevilmeyen, en talihsiz iki kelimesi olmalı. Talihsiz, çünkü her şeyden önce gerçek anlamı çoğunlukla tam bilinmez, sanat yönetmenliği zannedilir. İstanbul’da bu alanda lisans eğitimi verdiğim ve öğrenci giriş sınavlarında bulunduğum iki özel üniversitede de tanık olmuşluğum vardır bu karışıklığa. Neden bu bölüme girmek istiyorsunuz sorusunun cevabı bazen kamera arkasında olmak tutkusu ile açıklanır! Öte yandan bu terim doğru ifade edilse, doğru bağlamda kullanılsa bile globalizm ve neo-liberalizm sonucunda “korporistleşen” yani “şirketleşen” sanat alanına işletme kültürünü aşılayarak sanatı kötü emelleri için araçsallaştırdığı yargısı ile sevimsizleştirilir.
Aslına bakarsanız alanı anlatabilmek için kullandığımız tüm sözcükler sanki birer mayınlı tarla: Kültür ve sanat – tek başına hep bir tamamlanmamışlık, birlikte kullanıldıklarında ise fazlalık ve aşırı vurgu hissi verirler. Theodor Adorno ve Max Horkheimer’ın 1944 yılında birlikte yazdıkları “Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma” makalesinde kullanılan kültür endüstrisi terimi günümüzde uluslararası alandaki etkisini “yaratıcı endüstriler”e kaptırmış olsa da, sanayi devrimi geçirmemiş Türkiye’de zaten yeteri kadar gelişememiş film ve müzik endüstrisini kuvvetlendirmek için olumlu olarak, bazen de aslında doğası itibariyle endüstri olmayan –çoklu üretip çoklu tüketilmeyen– müze ve galerilerin başını çektiği görsel sanat sahasını eleştirmek için yanlış bir ifade olarak kullanılır.
Sanatın finans sistemi ile olan çıkar odaklı ilişkisini yansıtan sanat piyasası ise elbette tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de özellikle sanat eleştirmenleri ve sanatçılar tarafından sanat tarihinin yerini almakla suçlanır. Sanat piyasasının arkasında da aynı olağan şüphelilerin tespit edildiğini görürüz: Sanatçının kişiliğinde ve/ya da işlerinde marka pırıltısını gören art dealer, onu doğru uluslararası network’lere sunan/pazarlayan kendisi de işletmecilikten yargılanan küratör, bu “doğru” network’leri oluşturan galeriler, bienaller, müzeler, sanat fuarları, destekleyici fonlar ve güncel sanat araştırma merkezleri/mekânlar ve elbette sanat yayınları... İşte bütün bu sistemi olanaklı kılmakla suçlanan ise sanat yönetimi!
“Kültür ve Yönetim” başlıklı makalesinde kültür ve yönetim arasındaki paradokstan söz eden Theodor Adorno, bu ilişkiyi, kültürün planlanıp yönetildiğinde zarar gördüğünü, ancak kendi başına bırakıldığı zaman da varoluşunun tehlikeye düştüğünü söyleyerek açıklar. Sanat ve yönetim birbirlerinin zıddı olsalar da birlikte varolmaya mahkûmdurlar.
İşletme kültüründen feyz alan sanat yönetimi ve sanat işletmeciliği özellikle Amerika kıtasındaki uygulamalarla hayatımıza giren bir terminoloji. Devlet ağırlıklı kültür politikaları geleneğinden gelen Avrupa kıtası ise daha çok kültür yönetimi terimini kullanmayı tercih ediyor. İster sanat yönetimi, ister kültür yönetimi densin; her iki coğrafyada da kabul gören bir gerçek şu: Piyasa şartlarında bırakıldıklarında, doğalarında olan ve ilk kez Amerikalı ekonomistler Baumol ve Bowen tarafından 1960’larda tanımlanan “gelir hastalığı” (gelir-gider eşitsizliği) yüzünden yok olmaya mahkûm olan sanat kurumlarının günün şartlarında vergiden muaf tutuldukları ve bağış kabul edebildikleri kâr amacı gütmeyen bir idari yapılandırma sözkonusudur. Yanlış ya da çarpık olan “sanat yönetimi” ya da “kültür yönetimi” eyleminin kendisi değil, uygulamasındaki hatalardır.
İsmi ne olursa olsun kültür işletmeciliği ya da sanat yönetimi yüzyıllardır varolan bir mesleğin, bir profesyonelliğin adıdır. Amaç nettir: Sanat ürününün izleyici ile buluşmasını mümkün kılmak. Ülkesinin toplumsal ve ekonomik düzeyi ne olursa olsun sanat yöneticiliğini seçen kişiler, hep bir kabullenmişlikle başlarlar mesleğe: Değişken ve güvenilmez bir alandır sanat yönetimi. Meslek tanımı net yapılandırılmamıştır, güvencesi yoktur, getirisi finansal değil, entelektüel ve psikolojik tatmindir. Yapılan birçok araştırmaya göre iflas etmesi gereken birçok sanat oluşumunun hayatta kalmasını ve devam etmesini sağlayan en temel nedenin; sanatçıların ve o oluşumda çalışan sanat profesyonellerinin gönüllü, para almadan bile olsa, işlerini yapmaya devam etmesinin çıkması boşuna değil kuşkusuz!
İstanbul sanat çevresinde son dönemlerde yaşanan ve ağırlıklı olarak özel sektör destekli ya da kurulumlu sanat kurumları etrafında gelişen tartışmalar ise “sanat yönetimi”nin ne akademik ne de sanat çevresi tarafından tam olarak algılanamadığını açıkça ortaya koydu. Sanat kurumları eleştirilirken çoğunlukla bu kurumların yatırımcılar tarafından idame ettirildiği yargısı vardı, sanat profesyonellerinin oluşturduğu idari kadrolar ya kendi seçimleriyle bu tartışmanın gerisinde durdular ya da kurumlardaki işlevleri etkisiz varsayıldı ve tamamen yatırımcıların sözcüleri olarak değerlendirildiler. Sanat yöneticisinin kimliği ve ne yaptığı konusundaki bu yanlış ifade ya da yargılamalar, sanat yöneticisinin de bir sanatçı kadar özverili bir sanat emekçisi olduğu gerçeğinin gözardı edilişi, bu konuşma serisinin oluşmasındaki en büyük tetikleyici oldu.
Yasalarla güvence altına alınmamış ve yapılandırılmamış bir sistem üzerinden gelişen sivil kültürel girişimcilik örnekleriyle şekillenen ve parlayan İstanbul sanat çevresinin, hükümetin uygulayacağı kültür politikalarından nasıl etkileneceği son derece belirsizken bizim elimizden gelen ağırlıklı olarak sosyal medya üzerinden gelişen tepkisel ve sansasyonel tartışmalarından mümkün olduğu kadar uzakta kalarak bu konuşma serisi ile alana dönmek, alanı, o alanın aktörlerinden, emekçilerden dinlemek oldu. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ın bu söyleşi fikrini benimseyerek desteklemesi ve davetiyle ANAMED ev sahipliğinde gerçekleştirdiğimiz seride hem akademisyen hem araştırmacı hem de pratisyen olarak çalışan ve İstanbul’un uluslararası sanat sahnesindeki en dinamik dönemi olan 2000’lerde, bugün konularında uzman olmalarını sağlayan, alan deneyimlerini elde etmiş dört konuşmacıyı ağırladık. Dört konuşmacımız ile her biri aslen kendi başına çok geniş olan dört temel başlık altında sohbet ettik: Devlet, Yerel Yönetimler, Özel Sektör ve Bağımsız Yapılar ve Sanat.
İlk konuşmacımız olan Özlem Ece, 1973’ten beri yapmakta olduğu festivaller ve etkinliklerin yanı sıra ürettiği ya da etkilediği politikalarla da kültür sektörümüzü şekillendiren İKSV’nin Kültür Politikası birimini yönetiyor. Lisans eğitimi Kamu Yönetimi ve yüksek lisansı ise Kültür Projeleri Yönetimi olan ve İKSV’nin hem uluslararası kültürel etkinlikler hem de kültür politikaları çalışmalarında yer alan Özlem Ece ile Devlet ve Sanat’ı konuştuk. Bu konuşma bize alanda bir güç odağı olarak görülen İKSV’nin bile devletle kültür alanından bir STK olarak kurmaya çalıştığı ilişkinin ne kadar hassas ve çok emek harcanması gereken yeni bir diyalog süreci olduğunu gösterdi.
Şehir planlama ile başlayan akademik kariyerini şehir ve kültür sektörü etkileşimi ekseninde, ağırlıklı olarak Bilgi Üniversitesi’nde sürdürmüş olan ve kitabımızın basılacağı günlerde bir dünya seyahati için derslere ara verecek olan Dr. Ayça İnce ile çoğumuzun pek de bilgi sahibi olmadığı Yerel Yönetimler ve Sanat uygulamalarını inceledik. İnce’nin doktora tezi çalışmasının yanı sıra farklı belediyelerle yapmış olduğu birçok etkinlik ve eğitim deneyimini dinlemek bizlere birçok sanat kurumunun yapabildiklerinin çok ötesinde yerel yönetimlerin halka ulaşmadaki başarısını göstererek yerel yönetimlerin sanat profesyonelleriyle kurabileceği ilişkinin doğuracağı olumlu sonuçların hayalini kurmamızı sağladı.
Kamudaki çözümsüzlüklerden biraz kaçarak başarılarıyla göz dolduran ve İstanbul sanat sahnesinin parlamasına sebep olan özel sektöre ise Dr. Gökçe Dervişoğlu ile baktık. Dervişoğlu bizi sanat kurumlarının ötesine taşıyarak, özel sektörün sanatı yaratıcı endüstriler denklemi içerisinde nasıl algıladığını anlatarak, sanat profesyonelleri olarak karşı karşıya kaldığımız başka bir dile yakınlaşmamızı sağladı.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.