Rüya Kayıtları

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Hem cinsellik odaklı hem çocuğun cinsiyetsiz gözünden, yer yer eğlenceli, neşeli, yer yer 2. Dünya Savaşı’nın yaşattığı yıkımı, faşizmin gölgesini kâbuslarla duyuran, ölümle beslenen rüyalar. Rüya Kayıtları’nda “edebiyat yapmak”tan uzak, belki de rüyaların olabildiğince ham halini yansıtan bir anlatımı yeğliyor felsefeci, sosyolog, müzikbilimci T. W. Adorno. Erkeğin bilinçaltında hâlihazırda bekleyen kadın düşü, sıklıkla motif değiştirerek karşımıza çıkıyor. Genelevler de eksik kalmıyor, idam sahneleri de. Italo Calvino’nun bütün rüyaların erotik olduğuna dair savı, Rainer Maria Rilke’nin vurguladığı “meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi insanoğlunun da ölümü içinde taşıdığı”na dair unutulmaz hakikat bu rüyalarda da kendini hissettiriyor. Rüyaların felsefesini yapmak, psikanalize soyunmak ya da sadece Adorno’nun rüyalarını dinleyip canlandırmak okura kalıyor.

Frankfurt, Ocak 1934
Rüyamda G.’yle birlikte büyük, çok konforlu bir otobüsle Pontresina’dan, Aşağı Engadine’ye gidiyoruz. Otobüs dolu ve çok sayıda tanıdık da var: pek çok yer gezmiş olan ressam P. ve yaşlı bir sanayi profesörü ve karısı da yolcuların arasında. Ama otobüs Engadine yolu boyunca değil, memleketimin yakınlarında, Königstein’la Kronberg arasındaki bir yolda ilerliyor. Otobüs, keskin bir virajı alırken yolun sağ tarafına gereğinden fazla açılıyor ve ön tekerleklerinden biri bana oldukça uzun gelen bir süre boyunca bir hendeğin üzerinde asılı kalıyor. Çok gezmiş ressam kendinden emin bir tonla, “Bu daha önce de başıma geldi,” dedi, “otobüs biraz daha böyle ilerledikten sonra devrilecek ve hepimiz öleceğiz.” Tam o anda otobüs yolun kenarından aşağı yuvarlandı. Sonra birden kendimi ayakta, G.’nin karşısında buldum; ikimize de bir şey olmamıştı. “Seninle birlikte yaşamaya devam etmeyi ne kadar çok isterdim,” derken ağladığımın farkına vardım. İşte o anda bedenimin tamamen parçalanmış olduğunu fark ettim. Ölüm anında uyandım.

Oxford, 9 Haziran 1936
Rüya: Agathe bana göründü ve çok hüzünlü bir sesle şöyle dedi: “Çocuğum, eskiden sana hep, öldükten sonra tekrar kavuşacağımızı söylerdim. Bugün ise ancak şunu söyleyebilirim: Bilmiyorum. –”

Oxford, 10 Mart 1937
Rüyamda kendimi Paris’te, beş parasız buldum; ama çok şık bir genelev olan Maison Drouot’ya gitmek niyetindeydim (gerçekte Hôtel Drouot çok ünlü bir antika müzayedesi evi). Friedel’den bana 200 frank borç vermesini rica ettim. Beni hayrete düşürerek parayı çıkarıp verdi, ama şöyle dedi:  Sana bu parayı vermemin tek nedeni Maison Drouot’nun yemeklerinin bir harika olması. Gerçekten de, gözüm tek bir kıza bile ilişmeden, barda oturup bir biftek yedim; biftek beni o kadar mutlu etti ki, bütün dertlerimi unuttum. Beyaz bir sosla servis edilmişti.

Aynı gece, daha önce gördüğüm bir rüyada da Agathe vardı. Bana şöyle diyordu: Çocuğum, bana kızma ama; iki gerçek vadinin sahibi olsaydım Schubert’in bütün müziğini seve seve feda ederdim.

Londra, 1937
(“Wagner Hakkında Deneme” makalesini yazdığım sıralarda)
Rüyanın bir başlığı var: “Siegfried’in Son Macerası” veya “Siegfried’in Son Ölümü”. Manzaranın dekor olarak kullanılmadığı, aksine manzaranın ta kendisi olan olağanüstü büyük bir sahnede geçiyor: Yaylalara uzanan yüksek dağları andıran küçük kayalar ve sık bitki örtüsü. Siegfried, şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım birinin eşliğinde bu sahneyi andıran manzaranın içinden arka tarafa doğru yürüyor. Üzerinde yarı mitolojik yarı modern bir kostüm var, oyun provası için giyinmiş gibi. Nihayet hasmını buldu, binici giysileri içinde bir figür: griyeşil keten ceket, binici pantolonu ve kahverengi uzun çizmeler. Siegfried bu kişiyle kavgaya tutuştu; şakadan olduğu aşikâr olan kavga şöyle seyretti: Siegfried yerde yatan hasmının üzerine atlıyor, güreşir gibi yuvarlanıyorlar, diğeri de bundan pek şikâyetçi değilmiş gibi görünüyor. Kısa süre sonra Siegfried onu her iki omzu da değecek biçimde yere sermeyi başarıyor ve kazanan taraf olduğu ilan ediliyor ya da iki taraf da bunu zaten biliyor. Ama Siegfried hiç beklenmedik bir anda ceketinin cebinden küçük bir hançer çıkartıyor; bunu cebine bir dolmakalem gibi, küçük bir klipsle tutturmuş. Hançeri, oyun oynar gibi, olabilecek en yakın mesafeden hasmının göğsüne saplıyor. Diğeri yüksek sesle inliyor ve bir kadın olduğu anlaşılıyor. Hızla koşarak kaçarken, şimdi küçük evinde tek başına ölmek zorunda kaldığını, en zorunun da bu olduğunu söylüyor. Darmstadt sanatçı kolonisindekilere benzeyen bir binanın içine girerek gözden kayboluyor. Siegfried eşlikçisini, bütün malvarlığına el koyması talimatıyla kadının peşinden gönderiyor. O sırada arka planda Brünnhilde beliriyor, New York’taki Özgürlük Heykeli’ne dönüşmüş. Dırdırcı bir kadın gibi, “Yüzük istiyorum, güzel bir yüzüğüm olmasını istiyorum; yüzüğünü almayı unutma,” diye eşlikçinin arkasından bağırıyor. Siegfried Nibelungen Yüzüğünü işte böyle ele geçirmiş.

New York, Kasım veya Aralık, 1938
Rüyamda şunu gördüm: Hölderlin’in adı Hölderlin’miş; çünkü her zaman mürver [Holunder] ağacından yapılma bir flüt çalarmış.

 New York, 30 Aralık 1940 
Uyanmadan kısa süre önce: Baudelaire’in muhtemelen Delacroix’nın bir resminden esinlenerek yazdığı “Don Juan aux Enfers” şiirinde tasvir edilen sahnedeyim. Ama, şiirdeki gibi kasvetli bir gece değil; gündüz vakti ve su kıyısında bir Amerikan halk şenliği var. Kıyıda üzerinde parlak kırmızı harflerle “ALABAMT” yazan büyük beyaz bir vapur iskelesi tabelası var. Don Juan’ın barkasının uzun, dar bir bacası var – bu bir feribot (“Ferry Boat Serenade”). Baudelaire’in şiirinden farklı olarak, kahraman sessizce bir kenarda durmuyor – siyah ve mor renkli İspanyol kostümü içinde, bir satış temsilcisi gibi aralıksız ve bağıra çağıra konuşuyor. İşsiz bir aktör olduğunu düşünüyorum. Ancak ateşli konuşmaları ve hareketleri yetmemiş olacak ki, bir köşede silikçe duran Charon’u acımasızca dövmeye başlıyor. Sonra bir Amerikalı olduğunu ve bütün bunlara katlanamayacağını, bir kutuya kapatılamayacağını beyan ediyor. Kalabalık bu açıklamasını, bir şampiyona tezahürat eder gibi coşkuyla karşılıyor. Bir kordonun arkasında duran izleyicilerin önünden geçerek yürümeye başlıyor. Ürperiyorum, bütün bu olanları çok gülünç buluyorum; ama asıl derdim kalabalığın bize karşı cephe alması. Bizim durduğumuz yere geldiğinde, A. onu başarılı performansından dolayı kutluyor. Ne yanıt verdiğini hatırlamıyorum ama ses tonu hiç de dostça değil. Ona Carmen karakterlerinin öbür dünyada başına neler geldiğini soruyoruz. A. “Michaela iyi durumda mı?” diye soruyor. Don Juan hiddetle “Berbat,” yanıtını veriyor. “Ama Carmen muhakkak iyi durumdadır,” diye ısrar ediyorum. “Hayır,” diyor ama öfkesi geçmiş gibi görünüyor. O anda, Hudson nehrinden saatin 8:00 olduğunu duyuran düdük sesleri yükseliyor ve uyanıyorum.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.