Radyo Oyunları - Ingeborg Bachmann

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Avusturyalı yazar ve şair Ingeborg Bachmann’ın yazmış olduğu üç radyo oyunu, uzmanların deyişiyle yalnızca bu türün en yetkin örnekleri arasına girmekle kalmıyor aynı zamanda bu türe yeni ölçütler getiriyor. Bu değerli kitap yazarın “zamanının temsilcisi olabilme” özelliğinin de önemli bir göstergesi.

LAURENZ
Akşamları işten çıktığımda hep yorgun oluyorum, binadan en son hep ben çıkıyorum. Ve kapıda durduğumda, hâlâ tamamladığım işleri düşünüyorum: Bütün randevuların şeflerimin defterlerine geçirilip geçirilmediğini, bütün yazıların dosyalara kaldırılıp kaldırılmadığını, koridordaki muslukların damlayıp damlamadığını ve daktiloların onarıma gönderilip gönderilmediğini bilmek zorundayım. Eve dönerken hep yorgun oluyorum- (bu bölüm istenirse çıkarılabilir:), caddeler ve insanlar akşamın toz taneleri arasında yitip gittiklerinde, kuşlar çığlıklar atarak damların üzerine uçtuklarında...

ANNA
Ben, tayfaların olağanüstü güzellikteki şarkılarını seviyorum, denizi ve uzakları, sonsuzluğu ve tehlikeyi seviyorum. Ve sanki üstüme abanan damlarıyla kentten, sonra kıyıdaki küçük, gri renkli gözyaşlarının bana sarılmalarından nefret ediyorum, yaşamdan, dağlara gitmek isteyen, kendilerine bir ev yapan ve akşamların bahçelerinde gözlerimi öpücüklerle örten insanlardan nefret ediyorum... Ama ölümü seviyorum.

...................

ANLATICI
Böylesi iyi. Küçük eve bir başkası taşınacak ve rüzgâr terasın damını darmadağın ettiğinde, sazları düzeltecek. Yaz sonuna doğra sarnıçta su azalmış olacak. O zaman eve taşınmış olan, bunu büyük bir sorun haline getirecek, korkuyla aşağıya, sarnıca bakacak; bazen sarnıcı temiz tutan ve örümcek ağlarından aşağıya kaymış olan sinekleri yakalayan o çevik yılanbalığını görecek. Birkaç yabancı daha adadan ayrılacak; yenileri gelecek. Gelenler çoğaldığında yalnızlığın da fiyatı artacak ve kıyılar dolacak. Soluk yüzler güneşte yanacak ve kumlar parmakların arasıdan kayacak, ta ki bir gölge adanın üzerinde kanat çırpana ve rüzgâra doğru üflenmiş bir tüy yere düşene kadar. Evet? Burası bir ada, ne isteyebilirsin ki? Güneşin bıçağını çekmesini, yanardağın küllerini başına yağdırmasını mı? Ayağa kalkıp, bu eller işe yarar mı, yaramaz mı diye bakmak istemez misin? Ya da kendini dünyadan ve gururla taşınan tutukluluktan özgür mü kılmak istiyorsun?
Unutmayı arama! Anımsa! O zaman özlemlerinin cılız şarkıları bir bedene dönüşecektir.
Daha önce duymuş olduğumuz bir müzik çalınıyor. Ben tanıyorum bu müziği, sen de tanıyorsun. Rüzgârda bir kapı kapanıyor ve gökyüzünden gelen bir yol, denizi geçerek yeryüzüne geri dönüyor.

.....................


İYİ TANRI
Ya! Kartalların bile yuva yapmadıkları yüksekliklerde bir şey var. Adı özgürlük olan bir şey. Sevenler cephesine sahip çıkıp, mutlak bir körleşme içersinde bu cepheyi savunan, tuhaf bir şey. İşte bu nedenle, düşünebildiğim zamandan bu yana, hiçbir yerden gelmeyen, hiçbir yerde yeri yurdu bulunmayan, sözünü ettiğim kartal yuvalarını destekleyen bu çingenenin peşindeyim – Bu varlık, sinmiş bir halde önce aşağılarda ilerliyor, sonra ansızın, yerde ayak izleri kalmasın diye, asfaltın üzerinde, daha da yükseklerde uçmaya başlıyor – Aşkın peşinde olduğumu söyleyebilirim – Hiçbir zaman yakalayıp buraya getiremeyeceğimiz ve asla ifade vermeyecek olan aşkın. Onu hiçbir yerde bulabilmek olası değil. Daha biraz önce bulunduğu yerde bulabilmek bile olası değil. Ve yemin edebilirim ki, daha dün o iki insanı seven, kaktüslerin erguvan görkemini gözler önüne seren, kavakları karanlıklara doğru yükselten bu varlık, bugün başka iki kişiyi sevmekte ve mimozaları titretmektedir – ama bu yüzden herhangi bir vicdan azabı çekmiyor, kapkara kuşağını daha bir sıkı sarıp sarmalıyor, kırmızı eteğini dalgalandırıyor ve hüzün yüzünden ölümsüzlüğe erişmiş gözleriyle yine birisinin dünyasını karartıyor!

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.