Püf Noktası - İlk Öyküleri ve Yazıları

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Nezihe Meriç’in yazarlığının ilk yıllarını, öykü ve yazın dünyasındaki ilk on yılını belgeleyen bu kitabı, Serdar Soydan yazarın sağlığında derlemiş ve yayımlanması için onay almıştı.“Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’nden”: Yazarın 1950’de Seçilmiş Hikâyeler dergisinde başlayan öykücülüğünün kitaplarına almadığı ilk verimlerini, hakkında yapılan ilk yorumları okuyoruz bu bölümde.

“Dost Dergisi’nden”: Bu bölümde ise, artık iki kitabıyla öykücülüğümüzde yer edinmiş, yayıncı ve dergi yöneticisi olmuş, belirli bir çevresi olan renkli bir kişilik çıkıyor karşımıza. Elli yıl önceki yazın ortamının belli başlı figürlerini konu eden bir tür “magazin” yazılarıyla alaycı dilini, kıvrak kalemini konuşturuyor burada “Nezim”.

Bir Şey*
* Seçilmiş Hikâyeler, S. 28-29, 1950.

Bilge hayretler içinde. Buna tam hayret de denemez; henüz tesiri geçmemiş olan bir sevinç ve şaşkınlık hâli. Onun için yanakları böyle ateşli ve gözleri pırıl pırıl. Küçük derli toplu mutbağın içinde dolaşırken, kendi kendine gülümsüyor ve ufak duvar aynasına yan gözle şöyle bir bakıp “Hay Allah, Yarabbim...” diyor. Daha iki üç ay evvel ortada hiç bir şey yokken, arkadaşları ile yine her zamanki gibi ümitli fakat kırgın konuşup dururken... Her şey nasıl çabucak olupbitti. Tam on beş gündür evli. Küçük bir mutbak, kırmızı iş önlüğü ve sarı kedi... Vakıa o mutbak kapısı bahçeye açılmalı, bahçenin tahta parmaklığı olmalı ve çıngıraklı bahçe kapısından kırlara çıkılmalı diye düşünürdü. Ocak maltızlı olmalı ve yemek kömür ateşinde pişmeliydi. Hava kararırken bahçede maltızı yelpazeleyecek, etrafa binlerce parlak, çıtırtılı kıvılcım sıçrayacak ve saksılardaki çiçekler bu aydınlıkta başka bir âlemin çiçekleri gibi görünecekti...
Bilge köfte kızartıyor, tavada yağ cızırdıyor ve yuvarlak, yassı köfteler kızardıkça küçülüp toplanıyor. Küçük pencereden içeriye, hafif hafif yağmur kokulu nisan rüzgârı esiyor. Ocağın karşısındaki rafta tencereler donuk donuk parlıyor. Beyaz tabaklar ve küçük çay bardakları sıra sıra. Hepsi yepyeni, daha on beş günlük. Çiçekli kâğıttan raf örtüleri bile henüz sararıp, uçlarından kıvrılmaya başlamadı. On beş günde sadece iki kalıp sabun kullanıldı ve daha bulaşık teli bile yuvarlak şeklini kaybetmedi. Köfteler kızardıkça Bilge onları beyaz bir tabağa koyuyor ve yanındaki sahandan aldığı yassı köfteleri, tavaya yavaşça bırakıyor. Yağın cızırtısı çoğalıyor ve köftelerin etrafında küçük küçük kabarıp sönüyor. Bilge dudaklarında hep o biraz şaşkın, biraz hayran tebessüm, hem köfteleri çeviriyor, hem çatalı tutan elini seyrediyor. Pek güzel olmamakla beraber, beyaz, ince, çocuk suratlı bir eli var. İçinden “Ojemin rengini değiştirmeliyim, biraz daha açık leylâk rengi olmalı,” diye düşünüyor. Küçük Yumak, et kokusu aldığı için miyavlayıp duruyor. Bilge ansızın, kırmızı önlüğünün yeşil keten entarisinin üzerinde çok fazla güzel durduğunu keşfediyor. Ağzını açarak kuvvetle nefes alıyor ve gülüyor. İçinden: “Hay Allah, sapıtıyorum galiba,” diye geçiriyor. Çatalı tavaya bırakarak eliyle gözlerini bastırıyor ve bütün vücudundan bir titreme geçiyor. Saadetten bayılıverecek gibi oluyor. Kalbi çarpıyor, yanakları ateş gibi yanıyor. Başını çeviriyor, kocasının dolabın üzerinde duran resmine bakıyor. Kumral bıyıklı, geniş alınlı bir genç adam. Gözlerini etrafta gezdiriyor, içinden sıcak ve çarpıntısını arttıran iyi bir his yükseliyor. Duvarda asılı olan küçük tel dolabı, pencerede paf paf uçup duran beyaz perdeyi, tencereleri öpüvermek, bir şeyler kucaklamak istiyor.
Tabağa doldurduğu köfteleri tel dolaba koyduktan sonra tavaya büyük bir şişeden yavaş yavaş biraz zeytinyağı boşaltıyor. Yağın kızmasını beklerken, farkında olmadan ansızın sıçrayıverir diye başını geriye doğru çekip, yüzünü buruşturuyor. Yağ hafif hafif siyah bir duman çıkarmaya başlayınca, çiçekli çinko bir sahandan aldığı halka halka doğranmış patatesleri, birer, ikişer tavaya bırakmaya başlıyor ve her seferinde yağdan korumak için elini çabucak çekiyor. Yağ cızırdıyor ve patatesler yavaş yavaş pembeleşiyor.
Evlenmek herkesin başına gelen tabii bir şey. Hiç bir fevka lâdeliği var mı? Gel gelelim Bilge hayretler içinde işte. Daha yeni, on beş gün oldu da ondandır herhâlde. Patatesleri çevirip pencerenin önüne gidiyor. Ta... dördüncü katta oturuyorlar. Bütün şehir önlerinde. Böyle yüksekten, yer yer yeşillikler arasında görünen kırmızı çatıları ve bu akşam vakti gökyüzünün soluk mavisine yakın bir renkte tüten baca dumanlarını seyretmek ne hoş. Tamam! Bilge bu dumanlara benziyor. Püf desen uçup dağılacak kadar hafif. Hava da ne kadar güzel. İçinden “Patatesler yanarsa tamam olur. Mis gibi de kokuyor,” diyor. Gözü cama ilişip, kendini orada görünce, seyretmek için biraz yana çekiliyor. Alnına düşen bir iki büklümü yukarı kaldırıyor ve cebinden küçük parlak ruj tüpünü çıkarıp, alışık bir tavırla dudaklarını boyuyor. Gençlik bu... Güzel değil ama çirkin de değil. Değil ya. Üstelik yüzünün tatlı, düşünceli bir ifadesi var. Dudaklarını boyayınca yanakları renkleniyor ve gözlerinin kahverengisi meydana çıkıyor.
Birdenbire kalın bir erkek sesi hafiften hafiften bir türkü söylemeye başlıyor. Ağır, hüzünlü, fakat canlı bir hava. Bilge pencereden sarkıp bakıyor. Üçüncü katın balkonunda emir eri Hüseyin, çömelmiş, sırtını duvara, kollarını dizlerine dayamış, dalgın dalgın söylüyor. Rüzgâr esiyor, karşı evin balkonundaki çamaşırlar uçuşuyor. Arka taraftaki arsadan çocukların bağrışmaları duyuluyor. Nisan ayının güneşli bir akşamüzeri vakti. Bilge ’nin kalbi hızlı hızlı çarpmaya başlıyor; yine içinden kuvvetli, sıcak bir his yükseliyor. Burnunu sızlatan keskin bir sızı gözlerini yakıyor. Telaşla patatesleri çevirmeye koşuyor. Hepsini bir tabağa doldurarak ocağı söndürüyor. Dışarıda Hüseyin sesini yükselterek devam ediyor. “Of, of.... Şu derenin oylumu...” Bilge ansızın ağlamaya başlıyor. Bu askerin sesi ona dokunuyor. Hem askerin sesi, hem de...
Bilge’nin aklından geçen senenin bir günü geçiyor. İçinde tıpkı şimdiki garipliği duyduğu birgün. Dedesi pazardan turp almıştı. O da rendelemeden evvel, musluğun altında çamurlarını yıkarken, birden burnuna bostan kokusu gelmiş, senelerdir bostana girmediğini hatırlamıştı. Toprağa yalın ayak basmayalı ne kadar zaman olduğunu düşünmüştü. O vakit de şimdiki gibi tarif edemediği bir hisle ağlamaya başlamıştı. Tuza batırıp yedikleri otların ekşisini, kazılan toprağın, yumuşak nemli hâlini, kokusunu ve pembe pütürekli yer elmalarının rengini duyuyordu... Sırtında kısacık, soluk bir basma entari, saçları karmakarı-şık, diz kapakları yara bere içinde, başıboş, yaramaz bir taşra çocuğuydu. Sabahları evden ayağına mutlaka bir şey geçirip çıkardı. Fakat akşamüzeri oyundan, temiz hava ve neşeden bitkin bir hâlde eve dönerken daima yalın ayak olurdu. Göz alabildiğine uzanan tarlalar, bostanlar, dere kenarları ve ağaçlar bu bir çift eski ayakkabının yerini haber veremezdi tabii. O zaman bir telaş, bir arama faslı başlar, hep bu yüzden eve geç kalır ve annesinden bir iki maşa yerdi.
Bilge gayri ihtiyari başını sallayarak gülümsüyor. Yıkadığı bulaşık bezini silkeleyip asıyor. O sırada Hüseyin susuyor. Uzaklardan bir tren sesi duyuluyor ve çocukların bağrışmaları çoğalıyor. Bilge pencereye dayanarak bir zaman askeri seyrediyor. Sonra sesleniyor.
“Ne düşünüyorsun Hüseyin? Hava ne kadar güzel değil mi?”
Hüseyin toparlanıp kalkıyor ve şehre doğru bakarak:
“Evet, abla,” diyor. “Tam kıra çıkıp, peynir ekmek yiyecek hava.”
“Sahi Hüseyin, hele bir de taze soğan oldu muydu....”

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.