Porselen Bebek

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Kimse onun gibi gülümsemiyordu bana. Annem, çok işi olduğundan çok yoruluyordu. Bazan gülmeyi unutuyordu. Ablam, ‘dersim var, git başımdan’ diyordu. Ninem namaz kılıyor, Tanrı’yı düşünüyordu. Babamı zaten az görüyordum. O da ikide bir, ‘ben önemsiz bir memurum,’ diyordu. Porselen abla yorgun değildi. ‘Git başımdan,’ demiyordu. Önemsiz biri olduğunu da sanmıyordu.”

Selçuk Baran, bu defa çocuk öyküleriyle bizimle.

Porselen Bebek

— Hani o eski, küçük evimiz vardı ya, onu anlatsana, dedim ablama.
— Hangi eski, küçük evimiz,diye sordu ablam.
— Canım, hani vardı ya,ormanda.
— Saçmalamasana! Ormanda falan oturmadık biz. Son günlerde ha bire saçmalıyorsun. Bir sürü uyduruk şey anlatıyorsun.
Bir süre düşündüm. Ablamın beni başından savmasını istemiyordum.
— Belki ormanda oturmadık ama iyi biliyorum, bir sürü ağaç vardı. Bizim küçük evimiz de işte bu ağaçların ortasındaydı.
— Öyle bir evde de oturmadık. Dedim ya, uyduruyorsun.
— Ama sen anlatmıştın. Nasıl unutursun? Küçük, küçücük bir evdi, demiştin. Evimizin arkasından dere geçiyordu. Üzerinde tahtadan bir köprü bile vardı. Şöyle yay gibi...
Biz öyle bir evde oturmadık hiç. Hep bu kentteydik. Kentte bahçesinde dere geçen bir ev görülmüş şey mi?
— Ama ben biliyorum. Hatta küçük evimiz duvarda asılı duruyordu. Her yanı tahtadandı.
— Tanrı iyiliğini versin senin. O bir duvar süsüydü. Tahtadan yapılma küçük bir ev... Evet, şimdi hatırladım.
— Nerede peki o şimdi?
— Bir gün çivisinden düştü. Parçalandı. Annem de çöpe attı.
— Ya, dedim.

Doğrusu çok üzülmüştüm. Demekki küçük evimiz parçalanmıştı. Acaba hiç onarılamaz mıydı? Annem neden kırılan her şeyi çöpe atar bilmem ki. Babamsa hiç anneme benzemez. O bizim olan bir şeyi, eskise bile, kırılıp parçalansa bile çöpe atmaya kıyamaz. Sözgelimi bir kahve fincanı kırılsa hemen yapıştırmak ister. Ama annem hemen karşı çıkar:
Kırılan bir şey, der, onarıldımı eskisinin yerini hiçbir zaman tutmaz. En iyisi atmalı onu. Hiç değilse gözümüz görmez. Gözümüz görmeyince de unutur, gideriz.
Ama işte ben küçük evimizi unutmamıştım. Yani onu çöpe atmak işe yaramamıştı. Birkaç gün sonra gene ablamın yanına gittim.
— Olsun, dedim, sen gene küçük evimizi anlat bana.
— Valla kafa şişirdin artık.
— Bak, küçük küçücük bir evdi. Ne de güzeldi. Yukarda çatıda küçük bir de odası vardı. Bizim odamız. İkimiz orada yatardık. Derenin sesini duyardık. Derenin sesini dinleye dinleye uyurduk hani.
— İşte hepsini biliyorsun ya.. Bana anlattırıp ne olacak?

Sen anlatınca başka oluyor ama. Dinlemek hoşuma gidiyor.
— Rahatbırak beni. Görüyorsun ders çalışıyorum. Hem bütün bunları çoktan unuttum. Canın o kadar sıkılıyorsa, git, pencereden bak.
“Git pencereden bak,” demesi kolay. Pencereden bakınca canımın sıkıntısı geçiyor mu sanki? Karşımda apartmanlar.. apartmanlar... apartmanlar... Bir gün üşenmedim saydım: tam yüz tane pencere vardı. Belki daha fazla pencere vardı ama ben ancak yüze kadar sayabiliyordum. Bazen pencerelerin birinden bir çocuk bakıyor... Yüzü gülmeyen bir çocuk. Belki o da bizim blokların pencerelerini sayıyor. Pencereden bakınca ağaçlar, ormanlar, dereler, tahta köprüler görünmüyor ki. Demek bizim küçük, tahtadan bir evimiz olmamış hiç. O yalnızca bir oyuncakmış. Kırılınca da çöpe atılmış.
Bir gün babamın arkadaşı birresim getirdi. Onu duvara, büfenin üzerine astılar. Ablam,
— Bu ne biçim resim, dedi. Çok kötü yapılmış. Üstelik eski moda.
— Yabancı bir ülke olmalı burası, dedi ninem. Baksanıza kuleler falan... Yabancı bir ülkeden bize ne canım? Cami resmi olsaydı bak, o zaman anlardım.
— Büfenin üzerine meyve resmi daha yakışırdı, dedi annem de.
— Arkadaşımın armağanına el süreyim demeyin sakın, diye kestirip attı babam.
Gittim, babamın elini tuttum. Çünkü ben resmi sevmiştim.
Sonra artık hiç pencereden bakmadım. Hep resmi seyrettim.
— Abla bak, dumanı tüten kavakları görüyor musun?

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.